Eskiden anlamazlardı şiirden, hele ki Ece Ayhan’ın şiirinden.
Anlasalar, Ece Ayhan gibi sivil bir şairin cenaze töreninde devletin manevi kişiliğine bağlı kişiler olmazdı. Başbakan, Ece Ayhan’ın “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük” dizesini tekrarlayıp durmazdı meydanlarda ya da Nâzım Hikmet’in mezarını Türkiye’ye getirmekten bahsetmezdi manevi kişiliği olan devletin başındaki kişiler.
İnterneti sansürleyen yasayı uçaktan iner inmez onaylayan Cumhurbaşkanı, ödül verdiği Ahmet Kaya’yı gerçekten anlamış mıydı mesela? Anladıysa, nasıl anlamıştı?
Şimdi Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini anlamış gibi yapıp, devletin manevi kişiliğini zedeleyecek ifadeler barındırdığı gerekçesiyle sansürlediler; Reşat Nuri Güntekin’i de, milli kültürü zedelediği gerekçesiyle. Hâlbuki devletlerin manevi kişiliği değil mi edebiyatı, sanatı sansürleyip kültürü ve insanı zedeleyen?
Edebiyatımızın pek çok eseri cezaevlerinde yazıldı, zedelenen yazarlar ve şairler tarafından. Zaten bir süredir, ders kitaplarında şiirleri sansürlemekten öte, Melih Cevdet Anday’ın başına geldiği gibi, şiirlerin dizelerini bile keyfi olarak değiştirme hakkını görüyorlardı. Artık şiirden anladıkları gibi, dilediklerince dizelere de müdahale edebilecek kadar her konuda muktedir hissediyorlar kendilerini.
Yok aslında, yine anladıkları yok şiirden, edebiyattan. Daha doğrusu, işlerine geldiği gibi anlıyorlar, her konuda yaptıkları gibi. Başbakan demiyor muydu “The Istanbul Review" dergisine verdiği bir röportajda “Sansür, sadece edebiyatta değil, sanatta, medyada, siyasette ve diğer alanlarda da kabul edilmez bir engelleme yöntemidir. İfade özgürlüğü, bizim de üzerinde hassasiyetle durduğumuz ve standartlarını her geçen gün yükselttiğimiz bir alandır.”
Aynı günlerde William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine”si ile Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” yargılanıyordu mahkemede. Peki bu bir oyun muydu, en özgürlükçü benim diyerek kendi iktidarını güçlendirmek adına uyguladığı bir stratejinin ürünü müydü bu sözler, yoksa gerçekten inanarak mı söylemişti?
Yıllardır liberallerin kafasını bulandıran, onları “yetmez ama evet”çi söylemde buluşturan da karşılaştıkları bu türden çıkışlardı. Ama söylenen sözler ve yaşanan süreç birbiriyle uyuşmuyor bir türlü. Lévi-Strauss, insanı tanımlarken “yapıp ettikleridir” der. Yani siz, kendi kendinize ne kadar iyi şeyler düşünürseniz düşünün, düşünceleriniz yapıp ettiğiniz şeylerle örtüşmüyorsa, düşüncelerinizle değil, yapıp ettiklerinizle değerlendirilirsiniz.
Bu çelişki, Arno Gruen’in itaat kültürüne dair tespitlerini getiriyor akla. Gruen'e göre itaat, insanı kendi iç dünyasından uzaklaştıran ve bu sayede düşünceleri ile yapıp ettiği şeyler arasındaki çelişkiden doğan huzursuzluğu yok eden bir güce sahip. Kendi eyleminin sorumluluğunu alamayan ve itaat etmeye, uyumlu olmaya zorlanmış kişiler, vicdanın en temel dinamiği olan empati duygusunu da kaybediyorlar.
Empati, yani kendini ötekinin yerine koyabilme becerisinin yitirilmesi, devletin manevi kişiliğiyle bütünleşmiş asker, bürokrat, hakim, polis, siyasetçi vs herkeste görülebilecek bir sonuç. Bu kişileri diğer insanlardan ayıran en önemli özellik de, onay sağlayan bir başarı çabası içinde kendilerini var etmeye çalışmaları. Üstlerinden onay alamama korkusu benliklerini tehdit ettiği için, eleştiriye karşı öfke duyma, eleştirinin ima edilmesini bile varoluşlarının temeline bir saldırıymış gibi algılama ve bu tehlikeyi ancak saldırıyla bertaraf etme gibi bir tutum içinde olurlar genellikle.
Arn Gruen’in tespitlerini, birebir hayatın içinden derinlemesine ele alan bir belgesel film çekilmişti 2012’de. Joshua Oppenheimar, “The Act of Killing” adlı belgeselde, Endonezya’da binlerce insanı işkence ederek öldüren Anwar Congo adlı bir mafya üyesiyle uzun bir söyleşi yapıyor, hatta ona nasıl öldürdüğünü, işkence yaptığını canlandırarak göstermesini de istiyordu.
Anwar, 1965’te, komünist olarak gördüğü insanları, nasıl dans ederek, aşk şarkıları eşliğinde öldürdüğünden bahsediyor. Artık torunları olan, duygusal bir ihtiyar olsa da, kendisine gangster demeyi seviyor ve gangster sözcüğünün “özgür adam” anlamına geldiğini yineleyip duruyor film boyunca. “Ben özgür bir adamım” diyor sürekli. Özgürlüğü, canının istediğini yapmak olarak anlıyor, ama canının ne isteyeceğini, mafya babaları ve birlikte çalıştıkları generaller ve politikacılar belirlemiş. Onun diğer işkenceci arkadaşlarını da tanıtıyor film boyunca Oppenheimar. Mesela işkenceci “özgür adam”lardan birisi, özellikle 14 yaşında bir genç kız eline düşerse, ona tecavüz edeceği için nasıl mutlu olduğunu anlatıyor filmin bir yerinde.
İnsanı dehşete düşüren tüm bu korkunç şeyler, aslında insanlık tarihine şekil veren itaat kültürünün bir neticesinden başka bir şey değil. Zaten filmin sonuna doğru, en az beş bin komünisti ve Çinliyi öldürdüğü söylenen Anwar Congo için üzülmeye bile başlıyorsunuz, onun geceleri gördüğü kâbusları ve farkında olamadığı benliğindeki o karanlığa yakından bakarak.
Peki, itaat kültürüyle Ece Ayhan’ın şiirinin sansürlenmesi arasında nasıl bir ilişki var? Sansür, iktidarların kimliği sabitleme, hiyerarşiye dahil edip onu denetleme, yani itaat kültürünü var eden en etkili araçlardan biri. Hayatınızdan şiirler, kitaplar eksildikçe, hayatınız size neyin doğru, neyin yanlış olduğunu öğreten bir gücün kontrolüne girdikçe, Gruen’in bahsettiği gibi kendi benliğinizden de uzaklaşıyorsunuz.
“Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” diyordu ya Rakel Dink, işte o karanlık, itaat kültüründen başka bir şey değil.
Keşke mesele sadece bir şiirin ya da bir dizenin kitaplardan, hayatımızdan çıkması kadar basit bir mesele olsaydı. Mesele, Ece Ayhan’ın şiirini çocukların okuması ya da okumaması değil. Zaten kaç kişi okumuş da anlamış o sarsıcı şiirleri. Mesele, sansür ve yasaklarla büyüyen o karanlık… Kimse Anwar Congo olmasın diye şiir, edebiyat…(BU/NV)