Şehirli bir sokaktan aşağı doğru iniyordum. İstanbul... İstiklal ’den Tophane'ye doğru, Kumbaracı Yokuşunda. Aşağı doğru inen bir kaç merdivenden sonrası, onun mekanı. Kimin? Nihat Usta’nın. Soyadını kullanmayı pek sevmiyor. Ben çırağı... Pek fazla uğramıyor olduğum için, hem usta hem de tahta kızgın! Haklılar. Ama alerjik bir rahatsızlığa ve yürümeyi seven ayaklara sahibim. Biliyorum tahtanın da ustanın da kumaşı yumuşaktır, şekil almaya yatkın taraflarını da, huysuz bir kaç tavrını da yazacağım dedim.
“Yaz bakalım.”
İzin kısmını ve dükkana uğramıyor oluşumu, Lebon’dan(*) getirmiş olduğum kurabiyeler eşliğinde hallettik. Bu rüşvete girmez. Bir yere gidince eli boş gitmemeyi hakiki bir yazardan öğrendim.
Konumuz tahta ve tahtaya ruh veren Nihat Usta.
En beceriksiz olanımız dahil, sivri uçlu bir aletle dokununca; değişen, dönüşen şekline şahit olmuşuzdur. Beni etkileyen birçok tarafının içinde, parmağa batan kıymık da var.
Neden mi? Bu biraz acıyı, biraz uğraşmayı, biraz da bütünleşmeyi kapsar ya! Ondan.
“Biz hiç ünlü değiliz, kimse gelip hikayemizi yazmıyor.”
Tahtanın dünyasını, ustanın hünerlerini; çırağı yazacak. Bu tükenmek üzere olan geleneği ve bir çok yanıyla benzersiz olan dükkanı yazacak olmam, bu unutulmasın.
Önce adres kısmını netleştirelim; bir çok turistin ilgisini çeken bu mekana belki uğramak, hatta ayak üstü tahtaya dair bir kaç detay öğrenmek istersiniz, usta öğretmek konusunda hevesli... Yeter ki buna gönül ve emek verecek birileri olsun.
İsimsiz bir dükkandı. Bir masa ve köşem olunca, dükkanda bir yerim var, isim vermiştim.
Tahta Kuşlar Atölye...
Kapının üstünde küçük bir tabelada yazar.
Bazı sözcüklerim dükkanın duvarlarında, eski bir duvarın ve tahtanın yanındaki varlıkları; bunun için şanslıyım.
Arama motorunda biraz araştırma yapınca, bu ismi taşıyan bir kaç yer daha olduğunu görmüştüm. Yine de el yapımı tabelamızı indirmedik. Aynı isimden insanlar oluyor da dükkan niye olmasın?
Hem sahiden tahta kuşlara sahibiz.
Dükkana uğramadığım günler, usta kızıp tabelanın yönünü içeri doğru çeviriyor. Bir kaç asabi tavrı ve kötü alışkanlıkları da var. Yıllardır içiyormuş, bırakamazmış... Samsun 216…
“17 yaşımdan beri aynı sigara.”
Sivas Zara 'da doğmuş.
“Köyümüzü yazmayı unutma!”
Her yazdığıma müdahale ediyor.
Köy, Reşoğlu…
“Annem Eğin’den, babam Dersim’den Sivas’a göçmüş.”
İlkokulu bitirince İstanbul'a gelmişler, tahtayla olan uğraşı da o zamanlar başlamış. Önce Tophane'de bir Türk ustasının yanında, bu kısa sürmüş. Sonra Makedon bir ustayla 25 yıl kadar çalışmışlar.
“Usta ölünce çıraklığım bitti, bu dükkanın ustası oldum.”
Daha başka ustalardan da öğrendiklerini anlattı. Dükkanın karşısında bulunan bir başka marangoz dükkanı varmış. Bugün yok.
Papa ll. Jean Paul’un yeğeni, Piyer Şepe Kürdi (lakap) sandalye ustaymış...
“Sadece sandalye yapardı, hafif, ince işçilik isteyen işlerdi.”
Zamanın birçok ünlü isminin evine, yatak odasına kadar girmiş olmasını yaptığı işin, özel tarafı olarak ifade etti. Haksız sayılmazdı. Zeki Müren'in yatağını, Ayhan Işık'ın elbise dolabını yapmaya gitmiş.
“Bugün artık evlere gidip mobilya onarmıyorum, antika olan mobilyalardan yapan yok.”
Bazen bir kaç parça tamirat isteyen sandalye, dolap, masa gelir dükkana, ustanın sessizlik içinde, onları tekrar eski hallerine dönüştürmesini izlerim.
“Yazdın mı? Zeki Müren, haftalığım kadar bahşiş vermişti.”
Konuyu şu kuş resimlerine getirmek istiyorum ama keyifle geçmişe gitmiş, bunu da bozmak istemiyorum. Biraz mola verdik.
Dükkânın hemen yan tarafında bulunan, Varuna Gezgin'in kahveleri eşliğinde sustuk. Sonra başladı anlatmaya.
“Bu kuş resimlerine Dilan gittikten sonra başladım.”
Boyalara, renklere, bunlarla ilgili durumlara yakınlığı, mobilyanın ihtiyacı kadarmış. Resim sanatını yanında çalışmaya başlayan genç ressamdan sonra, kendi başına öğrenmiş.
“Dilan’la iki yıl çalıştık.”
Güzel resimler yaptığını ve onun dükkandaki varlığına alışmış olduğunu da söyledi.
Kuşları bildiğini ve saatlerce onları gözlemekten keyif aldığını, isimlerini ve bazı belirgin davranışlarını saydı. Arada bir hepsini yazıp yazmadığımı da kontrol etti.
“Geçen yaz flamingolar gelmedi.”
Kuşların nesillerinin tükeniyor olmasına üzülüyor. Bunun için onları, eski evlerin kalıntıları arasında bulduğu tahtalara çizip boyuyor. Böylece ölümsüzleşen kuşlar, hiç gitmeyecek mesafede duruyorlar. Bu artık en büyük uğraşı, pazar günleri dahil her gün gelip kuş resimleri çizip, boyuyor. Eski tahtalara çizilmiş kuş resimleri, dükkanın bütün duvarlarında, daha içeri girer girmez, bir müze havası var. Eski bir binanın giriş katında bulunan dükkanda, bir çok kuşun ve tahtanın sessiz bekleyişi, devam ediyor. Yaklaşık iki yıldır.
“Eskiden evden buraya vapurla gelirdim. Eminönü’nden yürürdüm. Yaşlandım. Şimdi üç vesait değiştiriyorum, dükkanın yanındaki metrodan ancak yürüyebiliyorum.”
Yazmayı istediklerime durmadan eklemeler yapıyor. Bunlardan, benimde sevdiğim bir tanesini, ayrıntılı anlatmam lazım. Yazıyı okurken sesini açarak dinlersiniz fena olmaz. Müslüm Gürses, Hangimiz Sevmedik şarkısı. Bu şarkıyı sevdiğini bildiğim başka biri de var. Onun da hikayesini anlatmak isterim. Bu ne alaka şimdi, demeyin. Usta çok hüzünlü şeyler anlatıyor, nesli tükenen kuşlar, ağır bir durum. Gezegeni sadece kendi için sanan insanın vardığı son nokta; diğer bütün canlıları öldürmek, bunun yetmediği yerde, kendine benzemeyeni yok etmek. Birkaç duvar ve su bazlı boyanın eşliğinde; giden kuşları çizip yazıyoruz. Çoğunlukla alerjik bir hastalığın peşinde, buradan uzaktayım. Olduğum zamanlarda da ustayı kızdırıyorum.
“Hep okuyorsun, yazıyorsun biraz da konuş.”
Sedef işçiliği, antika mobilya tamiratı, kuş resimleri ve eski İstanbul’a dair sohbetin emekçisi Nihat Usta'nın hikayesi, bu kadar değil.
Şimdilik bir kuş gibi uçup gidenlerin arkasından başlayan hikayeye, küçük bir pencere aralamış olayım. Hem de 1 Mayıs öncesi, iki emekçinin uğraşı, bir kenarda dursun.
Duvardaki serçeler, kargalar, bülbül, kırlangıç... Onlar şahit.
Yine müdahale ediyor.
“Dükkana gelen insanları da çizdim. Ege'nin resmi, en sevdiklerimden.” (GB/EKN)