Ne kadar zaman alırdı yeniden kirlenmek? Ne kadar zaman alırdı o tertemiz vicdanlara, silindikçe imkanı yok çıkmayan, tersine daha da çok yayılan kara lekelerin düşmesi?
Ne kadar zaman alırdı, sihr-i haramın cezbine kapılıp bebek masumluğundan günahkar kullar mertebesine terfi etmek?
Birey egosuyla, toplumsal ego
Düzensizliği asla düzen edinemeyen ve kendi içinde derhal hiyerarşik bir düzen yaratmaya meyilli bir doğa, insan doğası. O hiyerarşinin oluşmasına neden olduğunu düşündüğümüz farklılıkların hepsini ortadan kaldırıp ne kadar tekdüzeleştirsek de, robotlaştırılmadığı sürece insan, o hiyerarşiyi yaratmak için elbet bir yol bulacaktır kendi içinde.
Micheal Haneke'nin 'Saklı'sı, bu anlamda, son yıllarda çekilen en önemli filmlerden biri. Birey egosuyla toplumsal egonun, bireysel vicdanla toplumsal vicdanın ve yine bireysel hafızayla toplumsal hafızanın ne kadar da birbiriyle örtüşebildiğinin ve asla durmayan bir çarkın parçası olarak birbirlerini tetiklediklerinin çok açık ve net, muğlak hiçbir yola sapmadan anlatıldığı bir film 'Saklı'.
Hem bireylerin hem de toplumların günah çukurlarında, çoğu zaman bilinçli tercihlerle debelenip her şeyi yoluna koymanın ve günahtan sıyrılmanın bir yolunu buldukları anda, nasıl da kolay ve fütursuzca masum rolünü oynayabildiklerini izleyen seyircinin suratında bir tokat gibi patlıyor film. Çünkü o perdede izlediği aslında bir bakıma kendisi.
Paris'te katledilen 200 Cezayirli
Filmde, bireysel eleştiri odağında Fransız entelektüellerinin olması, toplumsal eleştiri odağında ise Fransa'nın 1961'da Paris'in göbeğinde 200 Cezayirliyi katledip bunu kolayca toplumsal hafızanın unutulması gerekenler belleğine yerleştirmesi (konusu olması) hiçbir şeyi değiştirmez.
Bu, insanlığın kalın şiddet defterinin sayfalarından sadece tek bir yaprak. Öyle ki, karakterlerin entelektüel düzeylerinin aynı kalması koşuluyla milli kimliklerini kolayca bir Amerikalı, İngiliz, İsrailli ya da Türk yapıp toplumsal hafıza kayıplarını da Vietnam Savaşı, Irak Savaşı, Filistin Sorunu ya da Ermeni tehciri üzerinden kurabilirsiz.
Asıl işin en vahimi şu soruya cevap bulmak: masum kalan, kana ve şiddete bulaşmamış toplum var mı? Mazlumla zulmedenin arasındaki çizgi nerede başlar nerede biter?
Yahudiler nasıl bu kadar çabuk zulmeden oldu!?
Ya da soruyu şu şekilde kurgulayalım: bugün mazlum olanın yarın eline imkan geçince zulmeden olmayacağı ne malum? Örneğin, 20. yüzyılın en mazlum halklarından olan ve vahşice zulüm görmüş Yahudiler, nasıl bu kadar çabuk ve fütursuzca zulmeden konumuna geçebildiler? İnsanlık adına olumlu bir cevap bulunması en vahim sorulardan biridir bu kanımca.
Bu durumdan çıkarılması gereken sonuç şu değildir elbette: nasılsa insan denen varlık, her daim, eline imkan ve güç geçtikçe şiddete meyilli; bugün mazlum olanın yarın zulmeden olması mümkün; öyleyse ne zulmedeni yargılamanın alemi var ne de mazluma hakkını teslim etmenin; yaşanan yaşandığı gibi kalsın; kalan sağlar bizimdir; artı ile eksinin çarpımı, artılar ve eksiler yer değiştirse de yine eksi olduğuna göre yapılacak bir şey de yoktur. Tam tersidir asıl kabul edilmesi gereken.
Gelecek için varsa bir umut, berrak ve her daim taze tutulması gereken hafızalardadır; suçlunun suçluluğunu bilip mazluma hakkının teslim edilmesindedir. Acılarla kavrulan ve huzur bulamayan ruhları iyileştirecek güç, inkarda ya da daha beter öfke kusmakta değildir.
Saklı'daki George ve Anne karakterleri
'Saklı'daki modern entelektüel kahramanımız George'un bireysel tarihindeki 'suç'larını inkar etmese bile haklı gösterebilmek için sürekli nedenler sunması, mazlum tarafla yaşadığı çatışmayı yatıştırmak yerine daha da sivrileştirdi.
Halbuki hatayı kabul etmesi, varsa bir telafi yoluna gitmesi ya da en azından samimi bir özür ifadesi dahi, karşısındakinin huzursuz ruhunu biraz olsun dinginleştirebilirdi. Ama George'un ağzından "özür dilerim" ifadesi, bütün film boyunca sadece karısına karşı, ona söylediği yalandan af dilemek adına çıkar.
Karısıyla yaşadığı bunalım dahi, geçmişteki kabahatlerinin ağırlığından değil, karısının, George'un yalan söyleyerek ilişkilerindeki güveni sarsmasına kızmasındandır.
Sorun; Geçmişin vicdani lekeleri değil
Ne zaman ki George, yalan söylemeyi bırakıp ilişkideki 'güven'i yerli yerine koyar, o zaman sakinleşir Anne ve George'un dişil versiyonuna dönüşmekte saniye vakit kaybetmez.
Çünkü sorun, geçmişin vicdani lekeleri değildir; sorun, George'un tıkır tıkır işleyen bir düzende, kurmuş oldukları modern aile ve evlilik ilişkilerine yalan söyleyerek zarar vermesidir.
Tehlikeye giren evliliklerinin yanında, geçmişte 'çocukça' yapılan bir takım hatalar sonucu heba olan bir hayatın ne önemi vardır?
Toplumların ve onları oluşturan tek tek bireylerin kendilerini pürü pak, hatasız ve günahsız, adeta sütten çıkmış ak kaşık misali lekesiz addetmelerinin insanlığı götürdüğü sonuç, faşizm ve onun kanlı ellerinden başka bir şey olmamıştır.
Kendi 'Saklı'larımızla yüzleşmek
Geçmiş ve şimdi, birbirini tamamlayan bir akıştır, arada sınırların ve kopuşların olmadığı. Birey ya da toplum, suçlarından arınmayı onlarla yüzleşmeden gerçekleştiremez.
İşte bundandır ki, Haneke'nin kamerasında vuku bulan 'saklı' gerçekleri izlerken sadece George'u değil, aynı zamanda kendimizi de izliyoruz.
Sesli tezahürünü bulsun bulmasın, kendi 'saklı'larımızla yüzleşmek zorunda bırakıldığımız içindir ki, sadece izleyen değil, birebir oyuncu konumunda olarak yaşıyoruz o iki saati.
Korunmuş, dört duvarları arasında 'saklı'larından uzak, mutlu mesut yaşayanlar izlemesin ya da acaba sadece onlar mı izlesin?(ZS/AD)