Kendinden farklı olandan korkar mısın? Rahatsız mı olursun? Onunla aynı ortamda bulunmak istemez misin? Çünkü senin gibi davranmayacak, seninle aynı duyguları, doğruları paylaşmayacak mıdır? Senin doğruların en büyük doğrular, senin inançların en yüce inançlarsa, başka türlü doğrular ve inançlar seninkinin yanında durmamalı mıdır?
Bu sorulara yanıtı evet olan çoğunluk için diğerlerinden beklentileri saklı kalmaları ve saklı yaşamalarıdır...
Çoğunluğun fikri genellikle bu yöndedir, çoğunluk olmanın verdiği güven ve rahatlık kendinden farklı olan, öteki olan üzerinde baskı kurma ve onu yok saymaya doğru ilerler.
Çünkü toplumda "normal" olarak kabul gören çoğunluktur, bu geniş grubun fikir, görüş, inanç, değer ve ahlak yargıları yaygındır, yaygınlaşır...
Elbette toplumlar belli ortaklıklar, kültür, geçmiş, gelenek ve inançların paylaşılması temelinde bir arada olma özelliğine sahiptir, fakat bu tamamen homojen bir yapı anlamına gelmez.
Buradan itibaren ortaya çıkan problem toplumu, devleti homojen bir bütünlük olarak algılama ve tasarlama ile birlikte gelişen düşünce ve eylemlerdir. Oysaki toplumlar hiçbir zaman birbirinin aynı bireylerden oluşmaz, farklı beklentiler, inançlar, fikirler, çıkarları olan farklı kişiler ve gruplar söz konusudur.
Homojen bir toplum tasarımı ulus devletlerin gelişim süreciyle birlikte başlamıştır. Devletin homojen yapıda bir toplum üretmesi, ulusal kimliğin içinin doldurulması egemenlik ile çok yakından bağlantılıdır ve hemen akla Wallerstein'ın sözleri gelir:
"Devletler bir kez egemen olarak tanındıktan sonra kendilerini iç parçalanma ve dış saldırı tehdidi altında bulurlar. 'Ulusal' duygular geliştiği ölçüde bu tehditler de azalır. Devletin içindeki her türlü alt-grup gibi, iktidardaki hükümetlerin de bu duygunun kışkırtılmasından çıkarları vardır. Devletin dışındaki ya da herhangi bir alt-bölgesindeki gruplar karşısında çıkarlarını artırmak için devletin yasal gücünü kullanmakta fayda gören her grubun, taleplerinin bir meşrulaştırılması olarak milliyetçi duyguları kışkırtmaktan çıkarı vardır" (2007: 102).
Ulusal kimliğin, devletin güvenliğini sağlamak için, birlik, beraberlik, bütünlük fikrinin pekişmesinde bir araç olduğu görülür. Ulusal kimliğin içi resmi tarihle, dil ve kültürel simgelerle, inanç ve gelenekler, resmi ideolojik söylemlerle doldurulur ve toplum huzur ve güvenle sarmalanır.
Türk ulusal kimliğinin inşa sürecine bakıldığında zorlu bir süreç görülür. Avrupa'da başlayan milliyetçilik akımıyla birlikte başlayan uluslaşma süreci, Osmanlı'nın dağılması, dağılırken bir millet ve bir kimlik çizme çabası bir aradadır.
Zafer Yörük'ün belirttiği gibi, uluslaşma süreciyle Osmanlı İmparatorluğunun çözülme ve dağılma süreci bir arada gelişmiştir, millet, ulus, Türklük kavramlarının içi doldurulurken sancılı bir dönem yaşanmıştır.
Osmanlı'nın çözülme dönemiyle çakışan ulus kimliğinin oluşturulma süreci, Anadolu'nun homojenleştirilme çalışmaları, Türk kimliğinin kurulması, bir yandan İmparatorluk toprakları kaybedilirken yaşanan Osmanlı kimlik bunalımı, bir yandan da yoğun bir şekilde verilen "milletleşme" çabalarıdır.
Çok etnik kökenli, çok dilli ve çok dinli bir devlet dağılırken kurulan Türkiye Cumhuriyeti, "Türklüğü" öne çıkarırken, farklı etnik kökenler yok sayılır, tek dil, tek millet çerçevesinde modern bir kimlik çizilir.
İslami söylemden uzaklaşılırken, azınlıklar ve bazı etnik kimlikler bastırılır, "Vatandaş Türkçe konuş" kampanyaları ile etnik farklılıklar örtülür.
Bu şekilde homojenleşen toplumda yine de her ne kadar İslami söylem bastırılsa ve din çok öne çıkarılmasa da, hiçbir zaman dini kimlik geride kalmamıştır.
Milliyetçilikle beslenen bir ulus devlet idealinde, farklı kimliklerin ayrışmaması için homojenleştirme çabasını "korporist toplum vizyonu" ile ve organizmanın bütünlük yanılması yaratan beden/korpus benzetmesiyle Cem Kaptanoğlu dile getirir.
Tek beden ve organları olarak simgelenen devlet, organizmanın düzgün çalışması için mekanik bir sistemin ana unsurları olarak görülür, burada uyum söz konusudur.
Kaptanoğlu Türkiye toplumunun bu temel üzerinde kuruluşunu ve bu şekilde bir arada tutulduğunu şöyle açıklar:
"Reddedilemez sınıfsal, etnik, dinsel, mezhepsel vb. farklılıkların mücadele alanı olarak Türkiye toplumunda, organ olarak kendilerine biçilen rolü, işlevi yerine getiremeyenlerin korpus'un dışına atılması veya korporatist vizyonun onları düşmanlaştırması, operasyonlarla bastırması, bölmesi, tedip, tenkil, tehcir hatta katletmesi sürpriz değildir" (Kaptanoğlu, 2010: 238).
Bu temel zihniyet nedeniyle Türkiye'de yaşanan olayların kabarık bir liste şeklinde ortaya konmasının hiç de zor olmayacağı açık.
Homojenleşemediysen ya saklanırsın ya da gününü görürsün
Son günlerde Malatya'da Alevilere yönelik saldırılar ve bununla ilgili söylenen, yazılıp, çizilen şeyler de hiç yabancısı olmadığımız olaylar.
Kendisini bedenin en önemli organı olarak gören çoğunluk, görevini yerine en iyi şekilde getirirken (!) dışarıda kalanın farklı görüş, davranış, inançları ve buna yönelik eylemleri hakkında kendisini söz sahibi, güç sahibi olarak görüyor ve müdahale hakkı buluyor.
Bu, her an galeyana gelmeye hazır kalabalık, geçmişten bu yana arkasında devletin gücü ve desteğini de hissederek birçok eylem yapmıştır.
Ardından büyük tepkilerin de ortaya konulduğu geçen hafta yaşanan bu olay, yine de hâlâ 1980'deki Çorum Katliamının her an bir yerde tekrarlanabilme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir.
Türkiye'de ulusal kimlik, homojen yapı ile farklı etnik, dini ve mezhepsel (çoğaltılabilir) grupların ötekileştirilerek yaşamak durumunda kalması ve farklı olana çoğunluk tarafından saklı kalmasının dikte edilmesi de ayrı bir faşizan durumdur.
Tüm bu konuları düşünürken akla 2010 yapımı Saklı Hayatlar filmi (Ahmet Haluk Ünal'ın yönetmenliğini yaptığı ve ilk defa Çorum Katliamı ve Alevilik konusunun Türkiye sinemasında konu edildiği film) gelebilir.
Filmin adı bu yazıya ilham verirken, içeriği de tamamen, ulus kimliği, homojen bir toplum, uyum içinde çalışan bir organizma olarak görülen ve inşa edilen topluma atıfta bulunuyor.
Çorum katliamından kaçan ve yaşadıkları büyük travmanın ardından İstanbul'da, bir Alevi mahallesine yerleşmeyen, kendilerini, dini kimliklerini saklayarak Müslüman mahallesinde yaşamaya çalışan bir anne ve kızlarından oluşan ailenin hikâyesi anlatılıyor.
Filmde tahammülsüzlük, kendinden farklı olduğu anlaşıldığı anda düşmanlaştırılan, kovulan ve saklı hayatlar yaşamaya mahkûm insanlar görülüyor. Tıpkı gündelik yaşamda birçok alanda ve geçtiğimiz hafta Malatya'da karşılaşılan olaylar gibi bir öykü anlatıyor Ünal.
Kendinden farklı olanla barışarak yaşayabilme başarısını gösterebilmenin büyük bir insani gelişmişlik olduğunu hatırlamak bile belki bir adım olabilir. Ve filmi izlememiş olanlara en azından farklı bir bakış sunacağından iyi bir tavsiye olabilir. (SS/ÇT)
* Wallerstein, I. (2007). Halklığın İnşası: Irkçılık, Milliyetçilik ve Etniklik. Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler. (E. Balibar ve I. Wallerstein). (Çev: N. Ökten). (Dördüncü Basım). İstanbul: Metis Yayınları. ss. 89-106.
* Kaptanoğlu, 2010: 238).
* Sevcan Sönmez, Yaşar Üniversitesi öğretim üyesi.