Bir kadın olarak, üstelik Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu bünyesinde araştırma yapmış bir kadın olarak Sakine Cansız'ın ölümü karşısında duyduğum üzüntü tarifsiz.
Benim için Sakine Cansız; Diyarbakır Cezaevi'nin cellat yüzbaşısı Esat Oktay'ın [Yıldıran] yüzüne korkusuzca tükürmüş, türlü işkenceler karşısında "ah" demeyi kendine yakıştıramamış, mahkemede herkesi direnişe davet etmiş, cezaevinde on yıl kaldıktan sonra (tıpkı Bülent Arınç'ın uygun gördüğü gibi) dağa gitmiş, orada bir yandan Kürt halkının bir yandan da kadınların özgürlüğü için mücadele etmiş, en son ise Avrupa'daki halk mücadelesine nefesini katmış bir kadın kahraman.
Başbakan "Diyarbakır Cezaevi'nin dili olsa da konuşsa," demişti. Sakine Cansız'ın dili vardı. Sakine Cansız'ın da, Fidan Doğan'ın da, Leyla Söylemez'in de dili vardı ve akılları ile bedenleri ile bir büyük adalet mücadelesine tanıktılar. Yasları bitmez.
Bu suikastte, bu katliamda üç kadının aramızdan alınmasını hiç tesadüfi bulmadığımı belirtmem gerekir. Hatırlanırsa KCK operasyonlarında da kadın hareketi öncelikli hedefti.
Çünkü kadınlar Kürt Özgürlük Hareketi'nin can damarları, emekçileridir. Hareketin kurduğu yeni ahlak, insan ilişkileri ve hak algısının baş mimarları ve taşıyıcılarıdır.
Devletin eril bir yapı olduğu, iktidarını cinsiyetleştirilmiş metaforlara dayadığı çokça söylenmiştir.
Siyasi iktidar ötekilerini --deyimi yerindeyse-- "dişileştirerek" ezer, ev içinin cinsiyet ilişkilerini anımsatan diller, tavırlar ve pratikleri kamusal alana taşır ve bu sayede ezme ezilme ilişkilerinin üstünü örter, siyasi olanı depolitize eder.
Türkiye Cumhuriyeti devleti bunun da ötesinde hem erkeklerle hem de kadınlarla ilişkisini kurumsallaştırmış olduğu aile yapısı üzerinden yürütür.[1]
Devlet her erkeğe aile aracılığı ile reislik rolünü verir, kadınların bedenlerini, emeklerini, kimliklerini erkeğin kontrolüne teslim eder.
Böylelikle toplum erkeklerin yönettiği hanelerden oluşan bir yapıya büründürülür ve erkekler, kadınlar üzerinden kurdukları iktidar karşılığında devlete biat eder.
Hele bugünkü gibi kamusal alandan "halk" adının tamamıyla çıktığı, sosyal politikanın tüm adreslerinin "aileleştirdiği" bir ortamda, kadının aile dışında hiç bir meşru varlığının olmamasının hedeflendiği bir ortamda yani, erkeklerle devlet arasındaki ittifak tamamlanmış, kusursuzlaşmıştır.
Bir yandan aileyi yücelterek, erkeklerle ittifaka giren devlet, kadınlara da; onları erkeklerin "normali" aşan egemenlikleri karşısında koruyacağını vaad eder. Bu sayede gönüllerini kazanmaya çalışır.
Kadınlar, kah çocukları için, kah şiddetten korunmak için, kah sağlık, kah yoksulluk parası için devletle birebir karşılaşırlar. Bu karşılaşmalarda devlet kadınların içlerine, sözlerine, kimliklerine nüfuz eder.
Türkiye Devleti'nin temelini oluşturan bu cinsiyetçi sistem Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile belki de en mükemmel haline ulaştı. Erkekler kahvelerden, içki sofralarından, sokaklardan, evlere ve ev ve aile üzerinden ait olunan cemaatlere çekildikçe bu modern cinsiyetçi düzenin içine daha da fazla çekildiler.
Kadınların kamusal alandaki siyasi rolü yardım, kermes, ziyaret üçlüsü ve sosyal politika ile çerçevelenince ise onların da devletle uyumları tamamlanmış oldu.
Kürdistan'da da AKP yönetimi 2000'li yıllar boyunca kadınlar ve erkeklerin ittifakını cinsiyetlendirilmiş sosyal politikalalra, tarikatler, cemaatler ve derneklerle kazanacağını umdu.
Çocuklarını rehin aldığı kadınların ise güzellikle kazanamadığı biatını, zorla elde edeceğini düşündü. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi'nin kadınlara vaad ettiği etik ve kimlik karşısında fazla bir başarı elde edemedi.
Kanımca Kürt Kadın Hareketi, bugün Türkiye'nin ve Orta Doğu'nun en önemli dönüştürücü gücü ve iktidara yöneltilmiş en büyük tehdittir.
Çünkü siyasi alandan aktör olarak tamamıyla dışlanmış kadınların bu alana muhalif olarak, isyankar olarak dahil olmaları devletin yok sayılmasıdır.
Devlet kendini ancak bu kadınları değersizleştirerek, cezalandırarak, yok ederek yeniden inşa edebilir. Ki Kürt kadın siyasetçilerle girdiği ilişki tamamiyle bundan ibarettir.
Kadınların Kürt Özgürlük Hareketi içinde sözcü, lider, vekil, başkan, siyasetçi, militan, vs. olarak var olmaları bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm cinsiyetçi modernite projesinin temelini sarsmakta.
Türkiye Cumhuriyeti kadın erkek arasında oluşan ideal duyguları evilik ve aile kurumları içinde tanımladı. Oysa Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye solunun yapıtğının da ötesinde genci, yaşlıyı, çocuğu, dağdaki, cezaevindeki ve Avrupadakini kadınıyla erkeğiyle hevallik/arkadaşlık duygularıyla birbirine yakından bağlıyor, kenetliyor.
Bu sayede alternatif bir kamusallık ve hareketlilik oluşturuyor. İşte AKP için en büyük tehdit ideoloji değil, insanları birbirine farklı biçimde bağlayan bu "başka" ahlak, bu "öteki" bağ.
Türkiye Cumhuriyeti ile Kürt Özgülük Hareketi arasındaki mücadele yeni bir evreye geldi.
Hakikat üretme kapasitesini tamamiyle yitirmiş iktidar, açlık grevi sırasında önce kuzu kebap lugatıyla avundu. Şimdi ise Mazlum'u örgüt içi hesaplaşmalar cümlesi içinde anabilecek kadar dağılmış, karışmış, şizofrenik durumlarda.
Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez'i öldürenleri bilmiyoruz. Ancak şunu söylemek mümkün: T.C.'nin ısrarcı, inkarcı ve intikamcı egemenlik tutkusu karşısında Kürtlerin netametle sürdürdüğü direnişin çoğulluğu artık iktidarın dilini boş cümlelere, üç beş takım elbiseli adamın dudaklarının sınırlarına kadar geriletti.
O üç beş takım elbisenin karşısında Sakine Cansız'ın kocaman kızıl saçları duruyor. Erkekliğe, Türklüğe inat. O üç kadının yaşamıyla ne kadar gurur duysak azdır. (NÜ/BA)
* Nazan Üstündağ, Yrd, Doç. Dr., Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi, Barış ve Demokrasi Partisi Akademik Siyasi Danışma Kurulu Üyesi
[1] Bu konu ile ilgili Prof. Nüket Sirman'ın çeşitli yazıları ve çalışmaları bulunmaktadır.