Birden bire oturduğum mekanın havası değişiyor. Orta yaşların üstünde bir kadın: "Seçime bağımsız giren Blok adayımız için oy istiyoruz" diye başlıyor. Aksantlı ve eksik bir Türkçeyle konuşuyor. Arkasından mekana giren diğer genç kadınlar her masaya bir broşür bırakıyorlar. Mekanda oturanların keyifleri hemen kaçıyor; bazıları pek rahatsız. Kadınların ise pek umurlarında değil.
Konuşmacı, "Hepimiz için, eşit bir gelecek için bir daha düşünün" dedikten sonra hep birlikte çıkıyorlar. Mırıldanmalar başlıyor. Yan masada oturan beyefendi, "Ülkeyi ne hale getirdiler" diye tam da başlamışken, dışarıda bir gürültü daha kopuyor. Kadınları izleyen seçim arabasından birden bire son ses bir müzik başlıyor çalmaya: Tanıdık bir ses, güzel bir Zazaca şarkı söylüyor. Kahvedekiler artık yüksek sesle şikayet ediyorlar. "Buralara kadar geldiler" diyor arkalardan birisi. "Buralar" dedikleri, İstanbul'un hali vakti yerinde olan bir sokağı. Blok adayının seçim minibüsü ağır ağır bulunduğumuz sokağı terk ettiğinde, kahvede oturanları hangi hallerde geride bıraktığını tahmin bile edemezdi.
Ülkenin hali
İlk okula başladığım Erzincan'da yetmişli yılların ortalarında 'ülkenin içinde bulunduğu vahim durum' hakkında da büyükler tarafından çok sohbet yapılırdı. Sol-sağ, Alevi-Sünni ve Kürt-Türk hallerinin açık sınırlara dönüştüğü bir şehirdi Erzincan. Böyle bir zamanda beş yaşında kayıtsız okula başladığımda, bu vahim durumdan olsa gerek, annem beni her sabah okula göndermeden kapının önünde tembihlerdi: "Sorarlarsa Tuncelili olduğunu söyleme, Alevi olduğunu söyleme ve ağzından Kürtçe bir kelime kaçırma!" Sonra bana tekrarlatırdı: "Alevi olduğumu söylemeyeceğim, Tuncelili oldumu söylemeyeceğim ve ağzımdan Kürtçe bir kelime kaçırmayacağım." Tam ayrılacağım anda son bir kez daha uyarmayı unutmazdı: "Sakın ha!" Bu merasimi ne kadar tekrarladık hatırlamıyorum, ama bir gün ben daha kapıyı açmadan yapmamam gerekenleri tekrarladıktan sonra, bir daha beni uyarmadı.
Beni teslim ettikleri öğretmen de emniyetli bir adamdı. Pülümür kökenli Ali D. de zamanında benim gibi bu terbiyeyi aldığından, diğer çocuklara sorduğu gibi, bana ailem hakkında hiç bir şey sormazdı. Hatta kimse aynı kökenden olduğumuzu fark etmesin diye, beni sevmesi bile çaktırmadan olurdu. Böylece sessiz ama mutlu, sorunlardan uzak okul hayatımız devam ederken bir gün, biz dördüncü sınıfa gelmişken, kapı çalındı.
Bizlerden bir hayli büyük boyda, iri yapılı, önlüğü kollarından kısa, esmer bir çocuk, yanında yaşlı ve fakir görünümlü bir adamla kapıda duruyordu. Öğretmen hemen yerinden fırladı, gelenlerle koridora çıkıp kapıyı arkasından kapattı. Birkaç dakika sonra yanında çocukla içeriye girdi. Yeni sınıf arkadaşımızın adının Yusuf olduğunu söyleyip onu getirip sınıfın arkasında oturan bizlerin yanına oturttu. Biz dediğim, ben dahil, inancını ve dilini gizli tutmasını öğrenmiş 9-10 yaşlarında üç çocuk. Ali hocamız onu idare etmemiz gerektiğini söyledi.
Yusuf'un Hali
Yusuf iri, çevik ve bizlerden bir hayli büyük görünümlüydü. Pülümür'ün bir dağ köyünde yaşamış ve okula geç başlamıştı. İlkokul dördüncü sınıfa gelmiş olmasına rağmen Türkçe pek öğrenememişti. Şimdi onun bu eksikliğini idare etmek bize düşüyordu. Aynı süreçten geçen bizler için çok da zor bir görev değildi bu. Yusuf da elinden gelen çabayı sarf ediyordu: çoğu zaman sessiz kalarak. Bir soru sorulduğunda, cevabı basit bir Türkçeyi gerektiriyorsa kendisi cevaplar, karmaşık olduğunda ise bize bakar, biz onun yerine hemen devreye girerdik. İşte böyle Yusuf'u idare etmekle meşgulken, bir gün 10 Kasım'a yaklaştığımızı fark ettik.
Atatürk'ün anıldığı bugün okul bahçesinde anma töreni yapılırdı. Tören sonrası ise sınıflara dönüldüğünde bir öğrenciye ödev verilirdi. Öğrenci sınıfın önünde Atatürk'ün hayatına dair bir konuşma yapardı. Yanlış hatırlamıyorsam Sosyal Bilgiler kitabının iki sayfalık bir Atatürk portresinden ezberlenerek bu konuşma yapılırdı. O yıl da ne olduysa bu görev öğretmenimiz tarafından Yusuf'a verildi. Doğru dürüst Türkçe bilmeyen Yusuf'a.
Bütün şaşkınlığı ile Yusuf başladı ödevine. 8 Kasım'da tüm derslerde önünde hep kitabın Atatürkle ilgili sayfaları açıktı. Boğdurucu bir heyecan içerisindeydi. Onunla birlikte biz de. Öğretmenimiz Ali D. onun durumunu bilmesine rağmen neden bu ödevi ona vermişti? Çok mu çok ağır bir soruydu bu bizim için. 9 Kasım'da Yusuf okula gelmedi. Anladık: Evde ezberlemekle meşguldu. 10 Kasım'da Yusuf'u okul bahçesinde gördük, bizlerle hiç konuşmadı. Herhalde kafasında sıraladığı ezberler bozulmasın diye. Biz de dokunmadık. Anma merasimi yapıldı ve sınıfa girildi. Öğretmenimiz Ali D. kısa bir konuşma yaptıktan sonra Yusuf'u sınıfın önüne çağırdı.
Yusuf tahtanın önüne geçer geçmez başladı anlatmaya. Atatürk hakkında kitapta yazılanları ezeberlemişti. Hem de tam anlamıyla. Yusuf elinden geleni yapmıştı, ama doğru dürüst anlamadığın bir dilde bu ne kadar yapılabilirdi. Nevirgül vardı ne nokta; ne vurgu ne mola. Ellerimi kenetlemiş ona bakıyordum; Yusuf'un donmuş gergin yüzü. Bir an önce bitirmek için sarf ettiği acı dolu çaba. Sonunu getirmesi zor görünüyordu.
Çok sürmedi, o an geldi; Yusuf takıldı. Bir sesizlik çöktü sınıfa. Bize baktı. Uzun, uzun. Sonra yüzünü öğretmene çevirdi, aynı edayla ona baktı. Sonra yüzünü biraz daha çevirdi; tahtanın üstündeki fotoğrafa doğru. Yusuf, başladı Zazaca haykırmaya. Yüksek bir sesle feryad ve ağır laflar dolu şeyler sıraladı ona. Herkes şaşkın bakıyordu. Bir kısım öğrenci alaylı gülüşmelere başladı. Gülüşmelerle öğretmenimiz ilk şakınlığını attı üzerinden. Ne yapacağını bilemedi. Eline aldığı cetvel ile bir yandan masaya vuruyor bir yandan da "Oğlum" diye bağırıyordu "Sen hangi dilde konuşuyorsun!?" Yusuf'un umrunda değildi, devam ediyordu Zazaca feryadına. Sınıfta kahkahlar artmıştı. Biz ise çaresiz ve yenilmiş bir hal içinde...
Yusuf o günden sonra bir kaç gün daha seyrek seyrek okula geldi.Bizlerde dahil hiç kimseyle konuşmuyordu artık. Sonra bir gün hiç gelmedi. Yusuf memleketi Pülümür'e geri dönmüştü.
Alevi Kürtlerin hali
Alevi ve Kürt sorununun Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde nasıl çözüldüğünü anlatmaya gerek yok. Son yıllarda yeterince bu konu Dersim bağlamında aktarıldı, tartışıldı. Yine de bir örnek var ki, her zaman hatırlamakta fayda var.
Nazimiye'nin Civarik köyü Hormek aşiretine aittir. Hormekliler Erzincan, Erzurum, Muş (Varto) ve Bingöl'e kadar yayılmış bir aşirettir. Aşiretin Civarik köyü sakinleri uzlaşmacı Bertal Ağa sayesinde otuzlu yıllarda Dersim'de hakim huzursuzluğa fazla dahil olmadan bir yaşam sürdürdüler. Bertal Ağa'nın devletle olan iyi ilişkileri maalesef onu 1938 kıyımından kurtaramadı: bir sabah askerler gelip Civariklilere hazırlanmaları, Konya'ya sürgüne gideceklerini söylediler. Yolculukları uzun sürmedi: Köylerinden pek uzak olmayan bir yerde kadın, çocuk, yaşlı, aynı aileden tam 53 kişi olarak kurşuna dizildiler.
Öldürenlerin akrabalarından ve aynı zamanda Hormek aşiretinin en ünlülerinden Mehmet Şerif Fırat bölgenin ve kendi aşiretinin tarihi ile ilgili "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" adıyla 1948 yılında bir kitap yayınladı. Kitap Hormeklilerin kollarını ve geçmişini (özellikle Cumhuriyet dönemini) detaylarıyla anlatırken, Civarik'te öldürülen Hormekliler hakkında bir tek kelime bahsetmez. Buna karşın Şerif Fırat, "Hiç bir kıymet ve mana ifade etmeyen bu söz yığını diller" olarak nitelendirdiği Zazaca ve Kurmanci için, "dağlı Türk kardeşlerinin ulu soylarına yakıştıramadığını" ve onlardan bunları bir an önce "kendilerinden söküp atmalarını" ister.
Onun kitabını ilk okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Nasıl olurdu bir insan kendi anadiline karşı bu kadar aşağılayıcı olabilir? Hangi ruh hali onu kendi anılarına (ve kaybettiklerine) karşı bu kadar acımasız bir hale dönüştürebilir? Evet, bizler de anadilimiz hakkında yüksek sesle konuşmamayı öğrenmiştik; ama ona hakaretler saydırmak ve aşağılamak bize çok uzaktı.
Bir zaman sonra bu sonucun çok da doğru olmayacağını görecektim. Yetmişli yıllarda Dersim'de araştırmalar yapmış Alman Rothkopf'a yaşlı bir Dersimli, dili hakkında şunları söyler: "Kürtçe kirli bir dildir. Bunu öğrenmen işe yaramaz. Pazarda, okulda, resmi yerlerde, fabrikada iyi Türkçe konuşmak gerekiyor." Hadi dedim bu da yetmişli yıllarda fakirlikten söylenilmiş olsun. Sonra bir gün Zazaca'dan başka bir dil bilmeyen yengeme bir soru sorduğumda "Bizim konuştuğumuz dil, Şeytan'ın dilidir. Başımıza ne geldiyse bundan geldi. Öğrenip ne yapacaksın" dedi ve gitti. Beni en son vuran ise babam oldu: "Oğlum sen çok okuyorsun; bir de araştırsana, bu dil bize nerden bulaşmış."
Ne demeli şimdi?
Kemal Bey'in hali
2011 seçimlerine günler kala, her yerde partilerin müzikleri çınlanıyor. Arada bir Blok otobüslerine denk geliyorum. İstanbul'un gürültüsü arasında tanıdık Kürtçe melodiler duymak; seçim afişlerinde her dilden afişler görmek biz gibi bu konularda yasaklarla ve korkularla büyümüş olanları rahatlatıyor.
Bu seçimde bir de yeni bir parti lideri var: Hemşehrimiz olduğu için bizimkiler "Başbakan olacak" diyorlar. Her derdin dermenının onda olduğunu söylüyorlar; hele bir başbakan olsun! Ülke biraz daha normalleşiyor inancıyla olanları izlerken, kurtarıcımız ile ilgili 20 Mayıs Milliyet gazetesinde bir yazı gözüme çarpıyor. Gazetenin yazarı Aslı Aydıntaşbaş izlenimlerini aktarıyor: "Cumhuriyet'ten Utku Çakırözer, CHP liderine "Zazaca anlıyor musunuz" diye sordu. "Tam konuşamıyorum ama tanıdığım bazı kelimeler var. Nenemden hatırladığım kadarıyla... Bu, el ele galiba... Bu, bilmek demek..." diye afişi bize tercüme etmeye çalışıyor.''
Çarpılmamam elimde değil. Demek ki, Kılıçdaroğlu'nun annesi, babası, kardeşleri, akrabaları, aşireti ve hemşehrilerinin hiç mi hiç biri bu dili konuşmamış. Demek ki, ta nenesi döneminde konuşulan bir dilmiş ve sonra her nasıl olmuşsa unutulmuş gitmiş. Demek ki bu dil bizim günlük hayatımızda hiç mi hiç yokmuş. Ne kadar uzak, ne kadar eski ve bize yabancı bir dilmiş meğer!
Her seferinde kendimize karşı sarf ettiğimiz bu aşağılamaların geride kaldığını umarken, tam da öğretmenim Ali D.'yi gerilerde bıraktığıma kendimi kaptırmışken, yeniden o soru önüme geliyor: Sahi, bu dil bize nereden bulaştı?
Zerdüşt'ün hali
Bu seçimlerin en sürpriz isminin (ve belki de galiplerinden birisinin) peygamber Zerdüşt olduğunu söylersek, yanlış bir şey yapmış olurmuyuz acaba? Başbakan Erdoğan, BDP cephesini zayıflatmak niyetiyle, biraz da alaycı bir tonla Zerdüşt'ün ismini bir kaç kez kalabalık meydanlarda andı. Birkaç kez yuhalattı. Kendisinin Zerdüşt inancı ve düşünceleri hakkında bir şeyler okuyup okumadığını bilmiyorum. Ama bildiğim şu ki; onu meydanlar ve televizyonlarda dinleyen kalabalık kitlelerin çok mu çok büyük bir bölümü Zerdüşt'ün adını ilk kez duydu. Başbakan sayesinde onun adı kaç bin yıl sonra bu topraklarda yeniden böylesine kitlesel bir şekilde kulaklara fısıldandı, kayda geçti.
Zerdüşt ve temsil ettiği dönemin yaklaşımlarından biri "kurtarıcının kurtuluşu" diye tanımlanmaktadır. Tanrının yer yüzündeki temsilcisi Mithra (Mir, Mircan), kötülüğe karşı savaşlarında bir dönem yenik düşüp yer altında hapis edilmiş ve sonunda annesi tarafından kurtarılmıştı. Bu anlatı, aynı zamanda insanda kurtarılmayı bekleyen iyiliğe işaret eder ve dünyada iyiliğin hakim kılınması için, insanın o yöndeki çabasının ne kadar önemli ve tanrısal olduğu görüşünün temelini oluşturur.
Bu düşüncenin günümüz Türkiyesi veya 2011 seçimleriyle ne alakası var diyebilirsiniz. Ya da Başbakan, Zerdüşt'ün adını dillendirirken, yalnızca iyilik, aydınlık ve erdemli ahlak için düşünmüş bir insanla alay ettiğinin farkında mıydı acaba? Bu sorulara cevap vermem mümkün değil, ama bildiğim bir şey var, o da: Zerdüşt'ün adının yaygınca hatırlandığı dönemler büyük dönüşümlerin habercisi oluyor.
Hadi, hayırlısı diyelim. (EG/AS)