Alışılagelen ahlâk öğretisidir: “Sakatlara/hastalara iyi davran, onların ‘eksik yan’larını görmezden gel”. Bu hem yardımsever/şefkatli/iyi insan olmanın gereğidir, hem de iyi insan olmazsan bir gün başına kötü şeyler gelebilir (gelmesin istiyorsan şunları yap/ma, şöyle ol/ma).
Bir anlamda "iyi ol iyilik bul" ve "kazan-kazan" şeklinde formüle edilebilecek oyun gibi... Düşününce, "böyle olmak" çok kolay geldi bana. Çünkü toplumsal ilişkilerde "böyle olmak" takdir edilen, getirisi olan, bedeli olmayan eylemlerdir... Sakatlara gelince, onlar bu oyunda insanlara "böyle olma"nın fırsatını veren kişiler rolündeler...
Ahlak, ödül için mi vidan için mi?
Peki, bu iyi bir şey midir? Yani bir kişiyi "görmek", yaşadığı sorunların ortadan kalkması için birşeyler yapmak kendinizi iyi hissetmenin, "belâ"lardan korunmanın kefareti midir? "Ödülü olmayan", aksine "bedeli olan" bir durumla karşılaştığında hiç tereddüt etmeden tavır alan bir kişi ile aynı mıdır "böyle olan" biri?
Ya da şöyle sorayım: Ancak birşeyler kazanmak karşılığında eylemde bulunmak ne kadar ahlâklıdır? Ve bir mükâfat alabilmenin "bonus getiren şeyler"i midir sakatlar?
Toplumun bu sorularla yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir sorunu görmenin, feryadı duymanın, sorumluluk hissetmenin, taraf olmanın, tavır almanın, ötekini anlamak için çaba sarf etmenin, ayağı kayan birinin elini tutmanın "ama"sı veya "ödül"ü olmamalı; yaşama/ötekine özen göstermenin bilinci ve doyumu yeterli olmalı.
Sakatlar hâlden anlar...
Sakat olmam ekstra bir "özenle" yaşamamı dayatıyor tabii ki, ama bunları sakat olduğum için değil, Agnes Heller’ın dediği gibi, “ahlakın muhafazakârlara bırakılmayacak kadar önemli olduğu”nu düşündüğüm için, muhafazakâr ahlakın bencilliğine-eksikliğine işaret etmek istediğim için yazıyorum; bir de sakatlığı olanlara "içerden biri" olarak eleştiri getirmek için.
Her fırsatta ifade etmeye çalışırım: Sakatlığı olan insanların sorunu, ellerinin-ayaklarının-gözlerinin olup olmaması değil, bu farklılığı bahane eden toplumun onlara karşı (bilerek ya da bilmeyerek) ayrımcı/ötekileştirici/dışlayıcı/engelleyici tutum takınmalarıdır.
Sakatlık değil, ayrımcılığa maruz kalmak esas sorun
Bu ayrımcılık bazen iş başvuruları için "sakat olmamak şartı” şeklinde; bazen kamu binalarına ya da halka açık yapılara erişememe şeklinde; bazen herkesin yararlanabildiği toplu ulaşım araçlarından yararlanamama şeklinde; bazen okula alınmama şeklinde; bazen kiralayacak ev bulamama şeklinde vb. olabiliyor. Yani dışlanmışlıkla/ayrımcılıkla mağdur olmaktır sakatlığı olanların esas sorunu.
Yaşar Çabuklu, Toplumsalın Sınırında Beden isimli kitabında şöyle yazmış: "Ağrı insana yaşamının kırılganlığını hatırlatır, onu kendi bedenine ve başkalarının acılarına daha duyarlı kılar, insanı kendi sınırlarıyla yüzleştirerek eğitir, etik bir duruşun da yardımıyla geride bırakıldığında, kişinin ufkunu geliştirir, onu halden anlar kılar."
Başkalarının acılarını/hislerini paylaşmak/anlamak için illa da onun gibi olmak, acı çekmek gerekmez tabii ki. Ama "acı" çekmenin ne olduğunu yaşamımızda/ bedenimizde duyumsamışsak, o zaman tüm acılara karşı hassas olmak daha bir vicdan ve ahlâk gereği gibi geliyor bana.
Bir eşcinselin, kadının, siyahın, mültecinin, Alevinin, x dinine/halkına mensup birinin, varoşlara mahkum edilen işsizlerin, yoksulların, işçilerin sırf bu özelliğinden dolayı dışlanması, birşeylerden mahrum bırakılması, acı çekmesi karşısında nasıl irkilmem, nasıl tavır almam, nasıl dayanışma içinde bulunmam o insanlarla?! Böylesi bir ikiyüzlülüğü, vicdanımla/aklımla yarattığım ahlâk anlayışımla nasıl birarada düşünebilirim?!
Başkalarının yaptıklarından da sorumluyuz
Merhum Ulus Baker hoca dışlanan, ayrımcılığa uğrayan, acı çeken insanlarla dayanışmayı, bence bir sosyalist ahlâkına da gönderme yaparak şöyle ifade etmiş zamanında:
“Aralık, mesafe değildir. Mesafe birbirine ne kadar yakın, ya da örtüşmüş de olsalar iki şey, iki olgu arasındaki ‘uzaklığı’ ölçen şeydir. Aralık ise, birbirinden istedikleri kadar uzak olsunlar, iki şey, iki olgu arasındaki ‘yakınlığı’ ölçen şeydir. [...] Dünyanın en uzak yerinde gerçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü, işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun faveladaki* mutsuzluk ya da sevinç tarzları- bunlar bize ‘aralıklarla’ bağlanırlar... Öyle ki onlar biziz, biz de onlar çünkü aynı sorunları, -tek ve bir olan- aynı hayatı yaşamaktayız...”
Evet, dünyanın neresinde ve her ne bahaneyle olursa olsun, ezenlere karşı ezilenler olarak şu (-)kadarcık bir aralıkla yakınız birbirimize. Hepimiz birbirimizden, yaptıklarımızdan, yapmadıklarımızdan hatta başkalarının yaptıklarından sorumlu saymalıyız kendimizi.
"Kabahatin çoğu senin canım kardeşim!"
Bilmeliyiz ki biz ahlâk ve vicdan sahipleri, tek bir can bir yerde haksızlığa uğruyorsa, iktidar mekanizmalarıyla eziliyorsa, kendi olamıyorsa, istemediği yaşama mahkûm ediliyor, hayallerinden mahrum bırakılıyorsa, ve biz bunun için yüreğimizde acı hissetmiyor, tavır almıyor, gerektiğinde (elimizden geldiği kadarıyla) eylem koymuyorsak ortaya, Nazım Hikmet’in dediği gibi:
“[...] Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, / - demeğe de dilim varmıyor ama - / kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!” (BK/NZ)
* Favela: Brezilya'da gecekondu mahallelerine verilen ad.