1948’de yayımlanan Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in beşinci kitabıdır. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, çok partili rejime geçişin -biraz alengirli- ilk seçimi yaşanmış, soğuk savaşın ilk rüzgarlarının ardından NATO’nun ilk adımı sayılan Brüksel Anlaşması imzalanmış, Türkiye Cumhuriyeti bu oluşumda yer alma hesapları yapmaya başlamıştır.
Özetle, kapitalist dünyayla bütünleşmenin nihai adımlarının atılmasına çok az kalmıştır - atılmıştır da, adı konmamıştır daha. Edebiyatın, edebiyatçının yeri nedir bu dünyada? Sanırım bu soru pek sorulan bir soru değildir o zaman. Yazarın neler yapmaması gerektiğini öğrenmektedir daha çok. “Bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıf üzerindeki tahakkümü”yle suçlanmayacak metinler kaleme almalıdırlar.
Lüzumsuz Adam’da yer alan hikâyelerin bir bölümünde, tamamen kişisel bir sorunmuş gibi ortaya koyduğu bu soruyu -“ben ne yapayım?” sorusunu- sorar Sait Faik. “İp Meselesi” adlı hikâyede hikâyenin kahramanı şöyle tanımlanır: “O dünyaya hayretle bakmaya doğmuştur. Hiçbir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur.”
Hikâyenin kahramanı, “Arada bir, bir şeyler yaparsın,” diye konuşur kendi kendisiyle, “ama bunlar iş değil, bunlar müspet iş değil.” Şehir hayat mücadelesi veren, “müspet iş” görenlerle doludur, onun içindeyse “hayat mücadelesi denilen o kaypak şeye mani olan bir şey” bulunmaktadır. Müspet iş sahipleri -“İp Meselesi”nin başında bunları “gazete satanlar, kibrit satanlar, yakalara balena satanlar, aşk satanlar, fabrikatörler, bakkallar, tiyatrocular, yazıcılar, kitapçılar, sucular, tütüncüler, profesörler, ayakkabı boyacıları, talebeler...” diye sayar- kendilerine bir dünya yaratmışlardır.
Bu dünyadaki her şey, “çalgılı kahveler, adi ‘vuslatın başka âlem’ denildiği çirkin, korkunç şarkılar, içkiler, manzaralar, oyunlar, tiyatrolar, kahveler, muhallebiciler sabahtan akşama kadar müspet iş görenlerindir.” Bu dünyada ona yer yoktur, farkındadır bunun. “Öyle hırsızcasına hırsız, öyle namussuzcasına namussuz, öyle alçakçasına alçak bir adam olmak isterdi ama, kolay mıydı?”
Hiç kolay değildir. Yazı yazıp beş lira kazanınca şaşıran biridir o. Parayı da hemencecik harcar; para elini, cebini yakmıştır sanki, bütün parası tırtıllı kuruşlara dönünce diner yaşadığı panik. Yazı yazmanın da müspet bir iş sayılmasından korkmuş gibidir. Müspet iş sahiplerinden bazılarını sayarken “yazıcı”yı sayıp “yazar”ı saymamasının ardında bu ikisi arasındaki ayrımı düşündüğünü iddia etmek aşırı bir yorum olmaz sanırım.
Hikâyedeki “ip meselesi”yse şudur: Hamalın biri bir kadının eşyasını taşır, kadın hamalı polise şikâyet eder, hamal onun ipini çalmıştır, hamalın elindeki yağlı ipin kendi ipi olmadığını bildiği halde, yaşadıklarından şaşkına dönen hamal, “Al bunu,” dediğinde alır. Hamal kadının almayacağını düşünür, ama kadın kendi ipine karşılık adamın ipini alınca sapsarı kesilip ümitsizce gökyüzüne bakakalır.
“Neden o kadar sarardı, neden parmaklığa dayanıp bomboş bir gökyüzüne, kalabalık insanlara korku ile baktı? Bu korkuyu, bu korkunç korkuyu şehirlerde tatmak kabil. Gitmeli, uzaklaşmalı, hiçbir şehirde durmamalı.”
“İp Meselesi”nin kahramanının şehri kötüleyip dağlara kaçma, köylerde dilencilik yapma düşleri kurmasının köyün olumlanıp şehir hayatının kötülenmesi olarak yorumlayamayız. Köye gidip bağ-bahçe çapalamayı değil, “bağlardan üzüm çalmayı,” “dilenmeyi” kurmaktadır kafasında. Adını koymaz, ama hikâyenin başından sonuna, şehirdeki -her şeyin alınıp satılan mallara indirgendiği- toplumsal hayata uyum sağlayamadığını, bu hale şaşıp kaldığını anlarız.
“Lüzumsuz Adam” adlı hikâyenin anlatıcı-kahramanı da pek çok yanıyla “İp Meselesi”nin kahramanına benzer. Kendi sokağında iyi-kötü rahattır, ama daha ötelerde olup bitenler, yaşananlar onu şaşkına çevirmektedir: “Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbirinin içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya mı?” (1)
Sokağın dışındaki dünyanın insanları da onu anlamazlar. “Kim bilir ne dalgan vardır? (...) Serserilikten vazgeçmedin gitti,” derler. “Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim ama dert anlatamıyorum,” diye geçirir içinden Lüzumsuz Adam. Öyle ki hikâyenin sonunda kendisini vapurdan denizin içine atmayı düşünür - kendinden vazgeçmenin nihai şekli.
“Ben Ne Yapayım” adlı hikâyede de “müspet iş sahipleri”ne çatar Sait Faik: “O civarda insanlar korkunç şeylerdi. Garip gözleri vardı. Sabah sabah damlıyorlar; nasıl kazık atacağız birisine, diye fırıl fırıl, yalnız hamallarla çuvalların gezindiği sokaklarda dolaşıyorlardı. Bütün mesele bir yere mal yığmaktı. Bütün mesele ötekini kafese koymaktı. Zamanlar normaldi ama, bu normal zamanda da onlar, anormal zamanlar için pişiyorlar, sanki bugünü bekliyorlardı.”
En acı saptamasıysa şudur: “Ben haftada iki lira ile gazetelere yazı yazmağa devam ettikçe, onlar bunu yapacaktır.” Kurduğu düşün, ne yapacağı sorusuna önceden verdiği yanıtın imkânsızlığının itirafıdır bu aynı zamanda. “Yazı yazmak, böylece şu harbi atlatıp iyi bir kütüphane açmağı düşünüyor, yalnız kendilerine, zevklerine güvendiğim insanlar vasıtasıyle kitaplar çıkartmak, tâbilik etmek istiyordum. Hiçbir kötü kitap basmamak şartıyle hayatımı kazanmayı tasarlamıştım. Olmayacak.” Yazının, edebiyatın müspet iş sahiplerinin dünyasındaki “lüzumsuz”luğunun, belki de imkânsızlığının farkındadır.
“Lüzumsuz” ama haysiyetli birinin duyduğu iç acısını duyarız bu hikâyelerin hepsinde. “Haysiyet” dediğimde her yerde, her koşulda başı dik duran biri sanılmamalı. “Bacakları Olsaydı”nın kahramanı, “Kafam olsaydı sevgilime koşmazdım,” der. “Beni görünce güzel yüzünün asıldığını görmezdim. Rahatsız mı ettim sizi, deyince, ‘Eh! Biraz’ lakırdısını işitmezdim.” Pişmandır, küçük düşmüş, düşürülmüştür, ama yine gidecektir başka bir gün. “Tahayyül edebilen bir kafasız adam”dır, mevsim sıklıkla “para kazanma değil sevişme vakti”ne dönmektedir.
Lüzumsuz Adam’da, “bütün meseleleri bir yere mal yığmak” olmayanların hikâyeleri de anlatılır. Bunlardan en ilgi çekici olan “Papaz Efendi”dir. Bu hikâyedeki papazın apayrı bir ahlakı vardır. “Allah varsa, bizi yaşamak için yaratmıştır,” diyen, “güzel şeylere, güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara bayıl”dığını apaçık ifade edebilen biridir. Sadece haz peşinde, doğa düşkünü biri de değildir üstelik. Bir balıkçıyı överken şunları söyler:
“Kimseye fena muamele etmemiştir. Ömrünü balık ağıyla örmüştür. O, denizden yiyeceğini çıkarmıştır. İki gün balığa çıkmasa aç kalır, ama yetmiş senedir her gün balığa çıkar. Her gün tuttuğu balık yarının ekmeğine yetişecek kadardır. O, öylece bir hazine bulmuştur ki, o defineden her gün aldığı şey, o kadardır. Bu kadar almak da kimsenin hakkını yememektir.” Papaz, “herkese ihtiyacı kadar” düsturunu hayata geçiren bu balıkçıyı, “Hakikati bilmeden bularak yaşamış mübarek adam,” olarak anar.
Bir yanda kafayı “bir yere mal yığmak”la bozmuş “müspet iş sahipleri” öte yanda “kimsenin hakkını yemeyen”ler. Sait Faik’in yazı yazıp beş lira kazanınca feleği şaşıran kahramanı, eline geçen parayı hemen harcamasıyla sadece yarının ekmeğini kazanan balıkçıya benzer. Mal yığıp duranların anladığı anlamda müspet bir iş değildir yazı yazmak. Öte yandan matbuat âlemi yazı yazmayı müspet bir işe çevirenlerle doludur. Yeri geldiğinde onlara çatmaktan da geri durmaz. “Matbaa nedir ki,” diye sorar Mahalle Kahvesi’nde yer alan “Gramofon ve Yazı Makinesi” adlı hikâyede, “yalanların, dolanların, şantajların, hırsızlıkların, kötülüklerin, bayağılıkların aleti,” diye yanıtlar sonra da. Böyle bir dünyada edebiyata, edebiyatçıya düşense, “en çetin nefis muhasebelerine cesaretle gitmekte korkuya düşmeyen, yerle gök arasında her türlü varlık davasını, sebep ve neticelerini kurca”lamaktır. (2)
Sait Faik’in papazın sözünü ettiği balıkçıdan tek farkı belki de “hakikati bilmeye çalışmak”tan geri duramaması, ötekilerin, mal yığıp duranların dünyasını ve bu dünyadaki var oluşunu sorgulamasıdır belki de. Ama bunu da yapmazsa kim anlatacaktır papazın ahlakını, balıkçının hikâyesini, hikâyecinin her şeyin alınıp satıldığı toplumdaki halini?
Birlikte kaleme aldıkları “Bağımsız Devrimci Bir Sanat İçin” başlıklı manifestoda Breton’la Troçki’nin Marx’tan yaptıkları alıntıyı anımsatır yazarın parayla ve yapıtıyla ilişkisi: “Yazar yaşayabilmek ve yazabilmek için elbette para kazanmalıdır, hiçbir durumda para kazanmak için yaşayıp yazmamalıdır. Yazar hiçbir şekilde çalışmalarını bir araç olarak görmez. Bu çalışmalar kendi içlerinde birer amaçtırlar, yazar ve başkaları için öylesine önemsiz birer araçtırlar ki, gerektiğinde, yazar hayatını onlar için feda eder." (3)
Nitekim kendinden vazgeçmesi de böyle bir feda etme halidir. Lüzumsuz bir adam olmayı göze alıp pek lüzumlu bir iş görmüştür Sait Faik. Son Kuşlar’da yer alan “Haritada Bir Nokta” adlı hikâyesinde yazı yazmayı “muvaffakiyetler, şöhretler” peşinde “kötü bir huy” olarak tanımlar. Rahatlıkla bırakabileceği bir iştir. Ne var ki hikâyenin sonunda gene kalemi, kâğıdı alır eline, “yazmasam deli olacaktım,” der. Yazmadan duramadığı, ya da yazmanın onun için bir var oluş biçimi olmasından değil, tanık olduğu bir haksızlığa, bir insanın hakkının yenmesine duyduğu tepki nedeniyle yazar. “Müspet iş sahiplerinin” dünyasında Lüzumsuz Adama düşen budur.(BÇ/EÜ)
* Bu yazı Eşik Cini dergisinin Kasım/Aralık 2006 tarihli 6. sayısında yayımlanmıştır.
(1) Sait Faik’in sıkça -cımbızlanarak- alıntılanan yarım-cümlesidir, “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” Bu yarım-cümle, “oysa burada bir insanı sevmekle bitiyor her şey,” diye biter. İkinci bölüm olmayınca Sait Faik’in asıl söylemek istediği bütün anlamını yitirir, toplumsal bir eleştirinin ifadesi olmaktan çıkıp bütün insanları sevmeye çağıran nahif bir hümanizme dönüşür cümle. Sait Faik’in okuyucularını “birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya” hayatlarını adayanları da sevmeye çağırdığını düşünmek çok saçma.
(2) "Yeni Neslin İddiası ve Davası”, Sait Faik – Abidin Dino, Hikâyecinin Kaderi içinde, YKY, 2005, s: 88.
(3) “Bağımsız Devrimci Bir Sanat İçin”, Breton - Troçki, Gergedan, Sayı 6, 1987, çev: Ömer Madra,