Gülen Erdal: "Niçin hep denizden ve balıkçılardan bahsedersiniz?"
Sait Faik: "Adada oturuyorum. Denizi pek çok severim, balıkçıları da öylesine. Balıkçı kahvesine gider otururum. Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamağa çalışırım."
“Sait Faik'le son röportaj” / Gülen Erdal - 6 Haziran 1954- Yenilik
***
Sait Faik’in edebiyattaki değeri tartışılmaz... Avangard, önümüzde duranı görmemizi engelleyen körlüğü ortadan kaldıran, küçük dünyaların büyüklüğünü gösteren, içinde aylaklık yaptığı ara sokaklar gibi duyguların ve düşüncelerin ince kanallarında rahatça dolaşan, bunu yaparken de sadece kelimeleri kullanan, kelimelerden yeni bir dünya inşa eden veya diğer âlemlere bir başka açılardan bakmamızı sağlayan bir yazar.
“Yazmasaydım delirirdim” diyordu... İyi ki de yazmış zira yazmasaydı biz de onun ufuk ve zihin açan cümlelerinden mahrum kalırdık.
Bu usta ve üretken yazar birçok açıdan ele alındı; bir “yazıcı” olarak yazı yazanlara feyz verdi, araştırmacılara kaynak oldu. Hala da oluyor...
Burgazada onun yaşadığı, İstanbul’da olduğu zamanlarda da bunaldığı vakit gittiği vazgeçilmez bir yer olduğu için külliyatında doğal olarak balık, balıkçılık, balıkçılar ve deniz hatırı sayılır bir yekûn tutuyor.
Naçizane, balıkçılığa ve balık edebiyatına düşkün birisi olarak da Sait Faik’in öykülerindeki balıkların, balık avlarının peşine düştüm. Hangi balıklar avlanmış, olta ve yem olarak ne kullanılmış, kayıktan mı kıyıdan mı olta suya bırakılmış, hangi havada ava çıkılmış, balıkçılar arasındaki ilişki nasıl gibi detayların izini sürdüm.
Biraz da hikâyeler üzerinden o dönemin balıkçılığına dair arkeolojik bir çalışma gibiydi.
Hangi balıklar avlanıyordu?
Lüfer, Torik, İstavrit, Kıraça, Karagöz, Kolyoz, İskorpit, Sperka, Hanos, Sardalye, Uskumru, Dülger, Çinekop, Kırlangıç, Palamut, İspari, Barbunya, Sinarit, Mercan, Sarıkanat... Bunlar içinde Kolyoz, Lüfer ve Sardalye birkaç hikâyede avlanılarak ismi diğerlerine göre daha fazla geçen deniz balıkları olarak öne çıkıyor.
Kabuklulardan ise; Istakoz, Midye ve Kerevit çıkartılırken, tezgâhta duranlar ise; Karides, Pavurya ve Tarak oluyor.
Bir de tatlı su balıkları var yine tezgâhta olan: Oklama, Cılpık ve Hosgün.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Sait Faik’i anlattığı “El ile gelen” yazısında, Burgaz’dan Sivriada’ya gidip Kolyoz avladıklarını anlatır. Bu yazıda ismi geçen bir başka balık da Sait Faik’in yüzerken eline dikeni batan Trakonya...
“Sait bir eli ile bileğini sımsıkı yakalamış, hem yürüyor hem de birbiri arkasından korkunç küfürler savuruyordu:
-Dragonya, namussuzum dragonya, zehirli balıkların en namussuzu. Ulan şu kadar millet arasında sen gel de beni ısır. Vay canına yandığımın işi.”
Evet, Sait Faik’in de dediği gibi Trakonya bu sularda yaşayan zehirli balıklar çetesinin en can yakan üyesidir.
Ayrıca şu andan bakınca bu sularda olması bize fantastik vaka gibi görülen bir balığın daha ismi zikrediliyor: Fok balığı.
“Sivriada geceleri” ve “Yüksek Kaldırım” hikâyelerinde bu balık bize kendini gösteriyor. Biri doğal ortamında diğeri ise sahibi tarafından para veren izleyicilere teşhir edilirken…
“Sivriada geceleri”nde iki balıkçıyla Karagöz avı için Sivriada’ya giden yazar orada fok balığıyla karşılaşır:
“Birden durdu. Yanındaki çocuğa:
-Baksana Sotiri, dedi, ayıbalığı geldi galiba, bir ses duydum.
Çocukla beraber kıçta oturmuştuk. Dönüp baktık: On kulaç ötemizde terli, şişman bir zenci çocuğu gözleriyle fok, bize bakıyordu.
Baktı ve daldı.
-Orada mı? Dedi kalafat.
Sotiri;
-Daldı, dedi.
-Yine çıkar. Mağarada geceler. Keyfi kaçtı oğlanın, biz var diye...”
“Yüksek Kaldırım” hikâyesinde de, yine Yüksek Kaldırım’da Karabiga’da yakalanan, ismi önce Marika olan, sonra da Müslüman edilerek Melek Hanım olarak değiştirilen ve 10 kuruşa meraklı gözler tarafından izlenilen bir balık olarak ortaya çıkıyor.
Bir de; denizin dibinde yaşayan, bilinmeyen olayların müsebbibi sayılan ve tanımlanamayan tedirgin edici mevhumun karşılığı olarak kullanılan “Canavar” var.
“Stelyanos Hrisopulos Gemisi” isimli öyküde şöyle tasvir edilir:
“...
-Muhakkak bir canavar peyda oldu, Trifon. Yoksa bu vakit balık olmaz mı?
-Dede... Sen hiç canavar gördün mü?
Stelyanos canavar görüp görmediğini kendi kendisine sorduğu zaman düşünür kalırdı. Fakat başkaları sorunca; o kadar canavar hikâyeleri ile dolu idi ki, o kadar geceyarıları, denizin karanlık, fosforlu yüzünden hışımla kocaman hayvanlar geçtiğini görmüştü ki... Hikâyelerle hakikatleri karıştırır, muhayyilesinde ve hafızasında yaşayan mahlûkları, denizde yaşamış hayvanlar gibi bulup çıkarıverirdi.
Zaten deniz kadar meçhul bir şey var mıydı? Kim bilir oltaların yetişmediği, ağların serpilmediği denizlerde ne tatlı, güzel balıklar; ne haşin, yırtıcı, hayal edilmez canavarlar vardı.”
“İki kişiye bir hikâye” öyküsünde de (içeriği az değişmiş olarak aynı hikâyenin diğer versiyonunun ismi “Ermeni balıkçı ile topal martı”dır) yine canavar geçer.
“-Neden topal diyorsun ona Barba?”
-Topaldır da ondan. İyi bak, bir bacağı yoktur.
-Ne olmuş bacağına?
-Bilmem. Belki denizin dibinden bir canavar gelip kaptı. Belki anadan doğma böyledir. Belki daha yavru iken bir insanoğlu yavrusunun eline düşmüştür, bilinmez.”
Kullanılan misina ve takımlar
Misina olarak; kınnap, misina (sentetik) ve 13 kat beygir kılı tanımları geçiyor hikayelerde. O sıralarda sentetik misinalar nadir olduğu için bu ayrım öykülerde özellikle belirtiliyor: “Naylon”, “Japon misinası”, “35’lik olta – burada 35’lik tanımı misinanın kalınlığına işaret ediyor-“ ve “Naylondan 35’lik” tanımları oltanın bu özelliğini vurgulamak için geçiyor.
“Bir balık avı hikâyesi”nde de hibrit bir olta tasviri var: “Yarısı kınnap, yarısı misina, yarısı 13 kat beygir kılı.”
Yapay misina az olduğundan (ve pahalı) balıkçılar da bunun kıymetini bilirler. “Ermeni balıkçı ve martı” öyküsünde; Varbet, misinaları cigaradan kehribar kesilmiş tırnaklarıyla parlatır. (Bu işlem aynı zamanda tuzlu suya girip çıka sertleşmiş misinanın eski esnekliğine kavuşması için de yapılır.)
Takım olarak da; zoka ve çapari zikrediliyor. Hikâyelerde ismi çok geçen zoka ile Lüfer, Torik, Karagöz, İskorpit, Sperka, Hanos, Sinağrit ve Mercan avlanıyor.
Çapari ile de Kolyoz.
Diğer takımlarla da (ismi verilmeyen) Dülger ve Kırlangıç yakalanıyor.
İşlevsel ve etkili bir takım olduğu zoka hikâyelerde önemli bir yer tutuyor, ismi sıklıkla geçiyor. Bilenler bilir, zokanın etkili sonuç vermesi onun parlak olmasından geçer. Sait Faik de bunu bildiği için öykülerinde zoka mutlaka parlatılır.
“Bir balık avı hikâyesinde”: Zoka simsiyah, der.
“Balıkçısını bulan olta”da zoka önce çakıyla kazınıyor sonra da bir başka oltacının verdiği civa ile ovalanıyor.
“Sivriada sabahı”nda zoka parlatılır.
“Bir kaya parçası gibi” hikâyesinde cıva ile parlatılır.
“Sinağrit baba” da ise, denize cıvayla parlatılmış zoka bırakılır.
Balıkçılık tekniğine göre zokanın hikâyelerde bu kadar sık geçmesinin sebebi ise, zokanın diğer iğneli takımlara kıyasla avantajının fazla olmasından kaynaklanır. En bilinen özelliği sağlamlığıdır. Sık karşılaşılan bir durum olan yakalanan balığın misinayı kesmesi yapısından dolayı zokada en az seviyededir. Ayrıca zoka iğnesinin yapısı diğer iğnelere göre daha iyidir ve kullanımı kolaydır. Diğer takımlara kurşun takmak gerekirken zokanın formunu oluşturan kurşun aynı zamanda onun ağırlığıdır, hızlıca misinaya bağlanıp denize atılabilir. Ayrıca zoka ile avlanan balık çeşidi de oldukça fazladır.
Yemler
Kullanılan yemler avlanılmak istenilen balığa göre değişiyor:
İstavrit, Lüfer avında. “Jiletle bir istavritten iki parmak kestim. Saldım yaprak yeşili köprü altına” (Balıkçısını bulan olta)
Midye Karagözde, Karides ise İskorpit, Spreka ve Hanos avında kullanılıyor.
Bir başka tür yem de “Ağıt” hikâyesinde geçmektedir. Istakoz avlamak için kullanılan keçi derisi. Keçi kellesinin ince derisi parça parça kesilip ağlara takılır. Çünkü yem “Leş gibi de kokar. Ne kadar keskin kokarsa o kadar iyidir.”
“Sakarya balıkçısı” hikâyesinde de Kerevit için işkembe kullanıldığını görüyoruz.
Hava durumu
Lodos, poyraz ve sis genelde av sahnesine hâkim bir arka plan fonu oluşturuyor.
Av da yine balıkçılık doğrularına uygun olarak akşamüstü, gece ve sabahın erken saatlerinde gerçekleşir. Yani terminolojide “Galiman vakti” denilen zamanda.
Gece avında sandallarda karpit lambaları illaki yakılıyor (Hem kayığı aydınlatmak için hem de balıkları çekmek için).
Av yerleri
Kayıkla: Galata Köprüsü, Sivriada, Kınalıada, Burgazada açıkları.
Kıyıdan: Köprüaltı
Nasıl yeniyor?
“Teneke üstü midye” (Sivriada geceleri)
“Sıcak sıcak Strongilos -İsparoz-” (Gün ola harman ola)
“Kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere...” (Haritada bir nokta)
“Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tütecekti.” (Haritada bir nokta)
“... güzel tereyağında kızarmış, içi az bir şey pembe, denizin hanos balığına benzer bir balık yediğimi hatırlıyorum. Hüseyin Ağa, ‘Bunların adına Hosgün derler oğul’ demişti” (Sakarya balıkçısı)
“Köylüler bu kılçığı çıkarmadan yerler. O zaman da balık pek lezzetlidir. (...) Biz kasabalılarsa, çiğner durur, başparmağımızla şahadet parmağımızı dudaklarımıza götürür, bir şeffaf ince teli almaya çalışırız. Böyle olunca da balığın lezzeti kaybolur.” (Sakarya balıkçısı)
“Bir balıkçı çorbası pişirmişler. Bir peynirli mamaliga (Kaynar suda haşlanıp üzerine yağ gezdirilen mısır unu yemeği) sobanın üstünde sapsarı. Bir binlik şarap açmışlar” (Sakarya balıkçısı)
“... daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü” (Sinağrit Baba)
“Babaya bir tek daha! Bir porsiyon da uskumru yap!” (Baba-Oğul)
“Sonra kıyıda ateş yaktık. Tuttuğumuz balıkları kızartmaya başladık, yanımızda balıktan başka her şey vardı. Domates, bol meyve, içki. Bütün varımızı tecrübeli balıkçılara ikram ediyorduk. Fakat bu balıkçılar kolyostan dolup taşan ıskaramıza bir tek karagöz koymayınca Sait’e sokuldum:
-Peki ya karagözler? Hep kolyos üstüne mi çalışacağız?” (El ile gelen – Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun Sait Faik’i anlattığı yazısı)
Tatlı su balıkları
Sait Faik deniz balıklarına karşın “Sakarya Balıkçısı” hikâyesinde ilk ve tek olarak tatlı su balıklarını anlatır uzunca. Bir yandan da onları az dile getirmişliğin şikâyeti vardır Hüseyin Ağa’nın dilinden: “-Sen ne balığı bilirsin, bilsen bilsen uskumru, lüfer balığı bilirsin.”
“Daha sonra, Sakarya’dan her biri ellişer yüzer okka gelen, hatta daha ağırlarını kasaba çarşılarında satılırken gördüm, tatmadım. Ama bu Sakarya balıklarının etinin lezzetinden ziyade, isimleri hoşuma giderdi.
Oklama, Cılpık, Hosgün... (Sırasıyla Turna, Yayın, Sazan balıkları) Sakarya balıkları isimleriyle beraber yenildikleri için lezzetlidir.”
“Kasabanın soğan pazarına her çarşamba günü kurulan pazara küçücük dere balıklarıyla beraber Sakarya’da tutulmuş seksen kara okkalık (102,5 kg), ağızları kocaman, gözleri büyük bıyıkları beyaz, derileri alaca, yarı ejderha, yarı insan, yarı yılan balıklar da gelir ki, kocaman baltalarla kesilip satılır.
“... İstanbul’da barbunya balığının on dört lira olduğu vakitlerde bu balıkların kara okkası beş kuruştur. Mahalleler misk gibi balık kokar.”
Aynı hikâyede Kerevit’e de saygı duruşu vardır:
“Muharrem ipi ağır ağır çeker, bir kasnağın yavaş yavaş yükseldiği görülürdü: içinden bir takım işkembelerin arasında, bizim karideslerden on on beş defa daha büyük kıskaçlı hayvancıklar çıkardı.
-Ülen bu yengeçleri ne yapacan, Muharrem?
Muharrem:
-Satacağım ağa, derdi. Satamazsam ben yerim. Ama müşterisi var. Her gün götürürüm. Hani kasabadaki fabrika yok mu? Orada çalışan gavurlar... Bunlara bayılır onlar. Bunun eti de dana etinden lezzetlidir çavuş.
-Sus Muharrem sus! O pis hayvanlar yenmez.
-Hele bir rakı mezesi olur çavuş!
-Deme ülen!
Hüseyin ağa, bir cuma günü Muharrem’le beraber, tatlı su ıstakozundan başka bir şey olmayan bu hayvanlarla bir binlik rakı içip de Muharrem’in kulübesinde sızdığı günden beri, her cuma adetidir, küçük bir şişe alır, Muharrem’e damlar.”
SAİT FAİK'İN "LÜZUMSUZ ADAM"I NE YAPSIN?
Sosyolojik olarak
Balıkçılar arasındaki adaletsizliğin simgesi: Pay meselesi
Balıkçılar arasındaki adaletsizliği, görünmeyen kast sistemini ve geçim derdini de bir gözlemci olarak aktarır Sait Faik. En büyük adaletsizlik olarak da avdan sonra tayfaya hem para hem de balık olarak dağıtılan “pay” mevzusunu görür. Bu konu, “Pay”, “Yaşayacak” ve “Haritada bir nokta” hikâyelerinde farklı açılardan kendini gösterir.
Pay hikâyesinde kendisine düşen 1,5 lira payı az gören bir adamın bu duruma itiraz sürecine şahit oluruz. Ona destek çıkan ihtiyar bir balıkçı da reis tarafından balık çalmakla itham edilir:
“- Onlar olmasa ağı nasıl çekersiniz?
-Yedi tane Heybelili İstavro gibi adam ver bana. Bu otuz kişinin yaptığı işi yapsın. Payını da tam alsın, yağma yok. Elbette biz ondan bir pay fazla alacağız.
-İki pay almak zaten hakkınız. Ona bir şey diyen yok. Ama siz öyle yapmıyorsunuz ki...
-Ya ne yapıyormuşuz?
-Çocuklara dörtte bir pay, sessiz sedasızlara yarım pay, şöyle biraz kafa tutana bir pay veriyor, artanı yine pay ediyorsunuz.
-Hadi bırak numaraları. Ama hepsinin de cebini yoklasan ikişer kilo balık vardır.”
“Yaşayacak” hikâyesinde ise kayık sahibi, reis, tayfa ve kolancı arasında adil, namuslu bir ilişkinin kurulmuş olduğu bir ada hayal eder. Lakin hemen sonra da işin gerçeğini aktarır:
“İşi sonraları öğrendim: Kayıktaki tayfa, kolancı tayfadan çalıyor; mal sahibi ile reis uyuşuyor, olmazsa mal sahibi olup her seferinde tayfa hakkından dört pay alıyor. Voli parası denilen, bir türlü ödenemeyen bitmek tükenmez bir parayı tayfa hakkından çıkartıyor; bu paradan hiç balığa çıkmayan muhtarla parti katibine pay ayırıyor... Akşamüstü Balıkhane’den paralar ve hesap geldiği zaman, Süleyman Peygamber gibi oturuluyor, görünüşte santim oynamadığı besbelli bir eda ile namussuzca pay dağıtılıyordu.”
Ayrı hikâyede sahile yanaşmış olan balıkçı kayığını tasvir eder:
“Ağın haline diyecek yoktu. Hemen her deliğinden bir sardalya kafası fırlamış, gümüş tenleri yaprak yaprak titriyordu.
-Vay anasını! dedim içimden.
Güzel iş balıkçılık: En aşağı iki bin kilo. 1.5 papelden gitse 3000 papel!
İşte o dakika, pay meselesi hatırıma geldi.”
Güzelce kurduğu hayalden kendini kısa bir anlığına ayıltan yine pay meselesi oluyor. İki satır aşağıda da yeniden şu cümleyi kuruyor:
“Pay kepazeliklerini neden sonra sorup öğrendim.”
Haritada bir nokta hikâyesinde de yine bir ada hayal eder ve zihninde oradaki yaşamı canlandırır. Namuslu insanların yaşadığı adaletli bir adadır (aslında bu Burgazada’ya geri dönüştür). “... ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten.”
Sonrasında zihninde kendisini yeniden canlandırır yazı yazmayı bırakıp balığa çıkacaktır. Ama bir yandan da kendi hakkında söylenecekleri düşünür. “Bir adam ki onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam, ‘Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz’ diyeceklerdi.”
Onlar arasında şehre bile inmeden mesut yaşamaya başlar. Her şey tahayyül ettiği gibidir ama canını sıkan bir şey vardır: “Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum.”
Öykünün sonuna doğru yine pay adaletsizliği kendini gösteriyor:
“Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman, dışarıdan da insanlar gelirdi. Dışarıdan ırıba katılanlar pay almazdı. Irıp tayfası ile reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu.”
Ve tabii ki haksızlık yine kendini gösteriyor ve pay alacağını zanneden adam, yüzündeki gülümsemenin bir meyve gibi çürüyüvermesiyle acı gerçekle karşılaşır. O kadar çalışmasına rağmen, elinde büyükçe dülger olan tayfa, adamın önünde duran son balığı da onu azarlayarak alır.
Bahtsız geçen bir avdan sonraki matematik hesabı da “Bizim köy bir balıkçı köyüdür” öyküsünde yapılır.
“Yüz kilo mu? Yüz kilosu ne edecek kolyozun? Etse etse yüz lira. Yüzde on şuraya, yüzde on buraya, on lira sandala. Yetmiş lira ya kalır, ya kalmaz. Adam başı bir lira düşse öp de başına koy.”
Hikâyenin sonunda bir lira bile kalmadığını öğreniriz: “Elli beş kuruş pay almışız, elli beş kuruş.”
Sınıf ayrımı/tercihi
Bir başka hikâyede de balık avı üzerinden sınıf tanımı yapar Sait Faik. O sıralarda hobi için balık avlanmadığını öğreniriz. Zira balık avlama eylemi ya geçimini bununla sağlayanlar ya da fakir fukara tarafından o günkü öğünü çıkarmak için yapılır. Üst sınıftan birinin balık avlaması onun adına utanılacak bir durumdur.
“Paşa hazretleri” öyküsünde Mütekait Mirliva Rıza Bey bu hali anlatılır:
“-Oğul sen balıkçı mısın?
-Yok bey baba, dedim. Sandalcı ahbabımdır. Meraklıyım.
-Ha, dedi, benim gibi desene. Gündüz utanıyorum. Ne olur ne olmaz gören olur. İnsanla alay ederler. ‘Bak’ derler; paşa balık tutuyor.”
Hikâyede zaman ilerledikçe köprünün yukarısına toplananlar aylakça balık avlayanlara bakmaktadırlar. Paşa tedirgin olur:
“-Körolasıca. Yine doldular yukarıya, dedi. Bak.
-Ne ziyanı var babalık?.. dedim. Sen keyfine bak!
-Olur mu evladım; bir gören olur, “Mütekait mirliva Rıza Beyefendi balık tutuyor,’ derler. Ele güne rezil olurum.”
Yaşayacak öyküsünde de sınıf tercihini, günlük hayatta kullanılan dilin samimiyetini gösterge olarak kullanarak ortaya koyar:
“Tüccar yazıhanelerinde konşimento, sif, fob, kod ve emsali kelimelerden yapılmış 5-10 bin liralık konuşmalara; ekmek parasına harcanmış, içinde kolyozların, sardalyaların, uskumru, kraça ve istavritlerin yüzdüğü küfür dolu sesleri değişmek için, insanın gözünü hırs, para hırsı bürümüş olmalıdır.”
Balıkçılar
Namuslu ve adaletli, ekmeğini denizin sert sularından zorlukla çıkartan balıkçılar Sait Faik için doğruyu temsil eden kişilerdir.
“Ama insanoğlunun balıkçı kısmında iş var; zeytine benzerler, zeytine. Biraz tuz yemeliler ki, acılıkları gitsin.” (Ağıt)
“Ben, denizi, balığı, balık tutanı, ekmeğini denizden çıkaran insanı çok severim.” (Yaşayacak)
“Bir balıkçı düğümü atmanın o kadar mühim bir şey olmadığını sananlara acırım.” (Kıraathaneler)
“Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan geveze ise balıkçı değildir. Balıkçı ise geveze değildir.” (Ermeni balıkçı ile topal martı)
Ressamlar ve balıklar
Sait Faik, denize ve gördüğü manzaraya ya da bir kayığın güzelliğine, etkileyiciliğine vurgu yapmak için ressamların üsluplarına, renklerine, formlarına başvuruyor bazen. Üç ayrı hikâyede, yaptığı tasvirlerde dört ressamın ismini zikrediyor. Picasso, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Matisse ve Van Gogh.
“Üstünden daha sis kalkmamış, tüter gibi deniz, pırıl pırıl, başı kıvrak havaya kalkmış, yine baş tarafına mavi üstüne yaldızla yapılmış Picasso balığı ve Picasso çiçeği kayık” (Balık avı)
“... yine baş tarafına mavi zemin üstüne gümüş yaldızla yapılmış Bedri Rahmi balıklı, Matisse çiçekli kayık” (Yaşayacak)
“Tabiat bir Van Gogh dehasıyla önümüze çizilivermişti. Şimdi Kınalı’nın bu yamacı hacimsiz bir şekilde, düz, bir satıh gibi kayaları, renk renk toprakları, yeşili, beyazı, kiremit gri rengiyle sisin içine büyük bir pano, devasa bir Van Gogh gibi asılmıştı.”
“O gün Barba Vasili ile o dev gibi, durmadan değişen Van Gogh tablosu önünde, bir sürü sperka, hanos, iskorpit yakaladık.” (Bir kaya parçası gibi)
Derya gibi Orhan Veli
"Çiçek ve balık adlarını bilmeyen hikâye yazamaz" diyen ve balıkçılıkla ilgili derya gibi bilgiye sahip olan yazarın bilgisini takdir ettiği bir kişi daha vardır. O da Orhan Veli’dir. “Onunla” hikâyesinde Orhan Veli’yle, Sabahattin’in motorunda kolyoz avlarken onun bir sorusuna verdiği ve doğruluğundan emin olduğu cevabın aslında yanlış olduğunu birkaç gün sonra tesadüfen göz attığı ansiklopediden öğrenir. Ve şöyle yazar:
“O, Boğaz’ın akıntılarını, balıkların yüreğini, ağların boyasını, yellerin koyu balıkçı ağzıyla isimlerini; neleri biliyor yahu.”
***
Sait Faik’i farklı bir şekilde anmak istiyorsanız, 35’lik misinaya iyi parlatılmış bir zoka (sarımsak veya pirçol) bağlayın, iğnesine de yaprak kesilmiş istavrit takıp, bir akşamüstü Burgaz, Kınalı veya Sivriada açıklarında suya bırakın. Belki hikâyesindeki “Sinağrit Baba” sizi seçer. Eğer seçerse de onu öpüp tekrar denize bırakın.
Yazıya onun son röportajında verdiği bir cevapla başlamıştık, yine aynı röportajdan bir başka cevapla bitirelim. Yaşama kaldıramayacağı kadar büyük planlar, anlamlar yükleyip sonra da onun altında ezilen çağımıza panzehir olması temennisiyle...
“Soru: Yaşamak nedir?
Cevap: Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.” (TY/YY)
*Bu yazı Yeni Deniz Mecmuası’nın Eylül 2016 sayısında yayımlandı.
Yeni Deniz Mecmuası’nın eylül sayısı “Denizlerde izi silinmeyen kaptan Piri Reis” kapak konusuyla çıktı. Bu sayıda ayrıca Sargun A. Tont’un Hipokrates’ten Bugüne Soğuk Suyun Cazibesi, Burcu Bostanoğlu’nun Amerika ve Osmanlı’nın Akdeniz’de Başlayan Seyir Defteri, Cem Gürdeniz’in Karadeniz’de Sürekli Barışın Anahtarı, Delal Arya’nın Afrika Denizlerinde Yolculuk, Feridun Andaç’ın Denizin Üstü… Denizin Altı, A. Ömer Türkeş’in Romanlardan Duyulan Vapur Düdükleri Şafak Ulusoy’un Ermeni Aşçıların Hediyesi: Midye Dolma başlıklı yazıları gibi çok sayıda makale yer alıyor.