Edebiyat tarihi boyunca kendinden en çok söz ettiren, en fazla işlenen konudur aşk. Üzerine bu kadar çok konuşulduğu halde, hala tam olarak ne olduğu anlaşılmayan… Binlerce kitap yazılmıştır üzerine, her biri aşkın başka bir halini, başka bir yüzünü anlatan. En namlı filozoflar hakkında tumturaklı hükümlerde bulunmuş, en büyük yazarlar dünya çapında sükse yapmış eserlerini onun ekseninde kurgulamıştır. Ve şairler… Belki aşktan en çok bahsedenlerdir onlar. En derin hislerle ve en güzel sözcüklerle…
Şairler, en belagatli mısralarla aşkı anlatadursunlar, bizler onların yazdıklarını okurken orada var olan o büyülü hayal aleminin içine öyle dalarız ki, okuduğumuz şiirin, şairin duygu dünyasından büyük izler taşıdığını düşünürüz. Şair ne denli iyi anlatırsa aşkı, ne süslü sözler, ne isabetli hükümler sarf eder, bizi ne denli derinden etkilerse, zannederiz ki, o denli büyüktür şairin yüreği. Zannederiz ki, o denli meyyaldir aşka ve aşkın her türlü arızasına. Halbuki hakikat kimi zaman öyle değildir. En güzel ifadelerle aşkı anlatan, okuyanların gönül telini tir tir titreten bir şair gerçek hayatta aşktan fersah fersah korkan, aşkın her türlü yükünden kurtulmaya çalışan biri olabilir. Birazdan anlatacağım, kiminin iyi bildiği aşk hikayesinde olduğu gibi…
Erkeğin ismi Ahmed Agah’tır. Nam-ı diğer Yahya Kemal… Şiirlerinde aşkı, hayatı, İstanbul’u, hatta insanın en korkutucu gerçeği olan ölümü dahi en güzel kelimeleriyle tarif eder. Yüzlerce yıllık Doğu geleneğiyle, Batı medeniyetini aynı kapta eriterek kendine has bir üslupta eşsiz sayılacak eserler ortaya koyar. Şairliğinin yanı sıra öğretmenliğiyle de, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet, Necip Fazıl ve daha nice edebiyatçıya ışık tutar. Koca bir yüzyıla adını yazdıracak meslek maharetiyle yarattığı şiirler, insanların ağzına pelesenk, çeşitli bestelere güfte olur. Ancak ne var ki, yazdığı şiirlerle insanların gönülhanelerine ışık tutan bu büyük şair, kalem ehli olduğu kadar aşk fakiridir.
Kadının ismi Celile’dir. Ressamdır, aynı zamanda bir Paşa kızıdır. Bilgilidir, zekidir ve iyi eğitimlidir. Güzelliği İstanbul sekenesinin dilinde bir afettir. Ancak bu güzeller güzeli kadın mutsuz bir evliliğin içinde mahpustur. Görmeden, sevmeden evlendiği Hikmet Bey ile aynı çatının altında yaşayan iki yabancı, iki mutsuz yoldaştır.
Bir oğlu vardır Celile’nin. Sarışın, mavi gözlü bir Nazım’ı (Hikmet) vardır yalnızca şu hayatta. Nazım edebiyatı çok sever, şiirler yazar. İstidadını fark eden annesi hemen ona bir edebiyat öğretmeni tutar. Ne var ki, oğluna hocalık yapmasını tahayyül ettiği bu adam çok geçmeden onun metruk gönül bahçesini aşk bahçesine dönüştürmeye başlar. Celile, oğlu Nazım’a edebiyat dersi vermek için eve gidip gelen Yahya Kemal’e aşık olur. Yahya Kemal de ona…
Büyük bir aşktır onlarınki. En azından kadın, adamı o kadar çok sever ki, onun koşulsuz ve sınırsız sevgisi bunu büyük bir aşk yapmaya yeter. Elbette, adam da sever kadını. Kendi bildiği gibi, kendi sınırları kadar... Kah kıskançlık krizlerine yakalanır, kah kadın için şiirler kaleme alır, kah çilingir sofralarında kadının şerefine kadehler kaldırır. Ne var ki, son tahlilde yetmez adamın sevgisi ömür boyu mutlu olmaları için. Küçük yaşta annesini kaybedip babasının eşiyle sorunlu bir ilişki yaşadığından mıdır bilinmez, kadını mutlu etmeyi bir türlü beceremez. Aşkını sahiplenemez.
Bu yasak aşk tez vakitte dillere düşer. Ne ahlaki kaygıdan, ne de bir evliliğin yıkımına sebep olmanın vicdani sorumluluğundan; yalnızca “evli bir kadınla aşk yaşamanın itibarına zarar vereceği” korkusundan yavaş yavaş uzaklaşmaya başlar adam kadından. Celile’nin, boşanması bile durumu değiştirmez. Aksine özgür kalan Celile’yle olan ilişkisi bundan sonra evliliğe doğru seyir alır endişesiyle terk eder onu.* Yakup Kadri, bu ayrılıktan, “Celile gibi dillere düşmüş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar?” diye bahseder. ** Büyük şairin ruhundaki gelenekçi erkek, modern olanı, aşık olanı yener.
Yahya Kemal, otel odalarında yalnız geçirdiği yıllar boyunca unutamaz Celile’yi. Ne zaman ismini duysa hatıraların ağırlığını hisseder. Buna rağmen yıllar sonra onunla karşılaştığında, Celile, Nazım’ın hapis cezasının affına dair yürüttüğü imza kampanyası için kendisinin de imzasını istediğinde, ona sırtını döner, bulunduğu yerden hemen uzaklaşır. İşte kaleme aldığı eşsiz şiirlerle insanların duygusal belleklerinde iz bırakan, bugün doğumunun 133. yıldönümü olan “büyük şair”in duygu dünyası böyledir.
Başta Yahya Kemal olmak üzere, edebiyat tarihi, yazdıkları ile yaşadıkları arasında uçurumlar olan şair ve yazarlarla doludur. Keza annesi ile ilişkisi yüzünden hocasına öfke besleyen -ama yine de geçtiğimiz aylarda ortaya çıkan bir vesikaya göre onun ölüm haberi karşısında derin bir üzüntü duyan- Nazım Hikmet, hayatındaki kadınları onların istediği gibi sevememiş, çoğu kez hüsrana uğratmıştır. Başka bir şairimiz Atilla İlhan ise aşka her daim mesafeyle yaklaşmış, şiirlerini okuyanlara hissettirdiği aşkı ahir ömründe pek hissetmemiştir. Özdemir Asaf, ünlü şiiri Lavinia’yı büyük aşk beslediği ama karşılığını bulamadığı bir kadına ithaf etmiştir. Diğer yandan Orhan Veli, evli bir kadınla ilişki yaşarken aynı zamanda başka bir kadın için “Sere serpe” şiirini yazmıştır.*** Aşk şiirlerinin unutulmaz ismi Cemal Süreya’nın hayatı boyunca kadınlarla olan ilişkilerinde inişler çıkışlar olmuş, hatta son evliliği sırasında başka kadınlarla gelgeç maceralar yaşamıştır. Tomris Uyar da aşk hayatı marazlarla dolu olan yazarlarımızdandır. Usta hikayeci Sait Faik “hayatımın kadını” dediği Aleksandra’yı ortada doğru dürüst bir neden yokken terk etmiş, acı çekmiş, çektirmiştir.
Liste uzatılabilir. Aşk hakkında bilgece sözler yazdığı halde, aşk yolunda haşarı bir çocuk gibi ha bire düşüp kolunu bacağını kanatan şair ve yazarların hayatlarında bir sürü hicran hikayesinin, kalp kırıklıklarının yer ettiği görülebilir. Diğer yandan, bu şair ve yazarların hayat hikayelerini okuyup da hayallerinde yaşattıkları aşkı gerçekte yaşayabileceklerine tercih ettiklerini görünce, insan onların, aşk acısından hoşlandıklarını ve kavuşamama halini kutsayan Doğu geleneğinden izleri ruhlarında taşıdıklarını düşünmeden edemiyor. Dahası sanılanın aksine bir yazarın veya şairin yazdıklarının onu bağlamayacağını da bu sayede öğreniyor. (MK/AS)
* Karakoyunlu, Yılmaz, Yorgun Mayıs Kısrakları, Doğan Kitap, İstanbul, 2014
** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017