Görsel: Ressam Timur Çelik
Sürekli olmasa da bazı zamanlar kendimizden bile kurtulmanın yollarını ararız; yalnızlığın arzusu yükselir yüreğimizden. Dinmek, susmak ve çoğu kez boşluklarda gezinmektir bu tekbaşınalıklarımız.
Sessizliğin derinliklerinde saklanacak ücra yerler ararız. Bazen evlerimizin bir odası olur bu, bazen de ormanda herhangi bir ağacın dibi, bir vadinin kuytu yeri ya da bir dağın zirvesinde, bir nehrin denizin rağbet edilmeyen tenha kıyısı. Suyu dinlemek, rüzgârla düş yolculuğuna çıkmak, kendine dönmek ve yüzleşmek…
Dürüst olabilmek! Konuşmaya/didişmeye başlayınca kendinle, ilk taşı atmış olursun kuyuna, taşın suda çıkardığı ses dalga dalga açılan her halka seni sana taşır, tanığı olursun, sanığı olursun, çoğu kez de mahkûmu olursun hayatın. Saatler döner günlere, günler üst üste devrilende yalnızlıklar birikir, öfke ve mantığın didişir; yüreğin ve yumruğun sıkışır. Nerede bir volkan varsa oraya gidip patlatmak için yüreğin hazırdır, elindedir kazman ve küreğin…
Kızgın lavlara dönüşür kelimeler… Seni senden alıp dipsizliğe uğurlayan hakiki cümleler! İşte böyle bir vakitte, zamanı sırtlayıp yolculuklar düşer kişiye. Kişi ne kadar yol alırsa kederi de derdi de sevinci de umudu da yükler sırtına, yükü ağır olur gidenin, kalanın sırtında ateşten gömleği hiç eksik olur mu? Giden mi kalan mı? İyi ve kötü gibi siyah ve beyaz gibi güzel ve çirkin gibi, gülmek ve ağlamak gibi; biri diğerini tamamlıyor, ama hep eksik.
Şair Berken Bereh’in “diçim ji vir” şiirindeki dizelerle gitmenin özlemek olduğunu hatırlayalım, unutmamak için, özlemek için gidenlerin dizeleri:
diçim ji vir diçim ji vir
bo bêriya te b’kim diçim ji vir
di tûrî de hezar bîranîn
di dilî de agirê evînê
bo bêriya te b’kim diçim ji vir[1]
Okullarda cuma sonları ve pazartesi sabahları zorunlu olarak İstiklal Marşı okunuyor. Yağmur çamur demeden, hava 45 derece sıcakmış, ıslık çala çala gelen buzdan rüzgârmış, burnu ve kulağı kesmesiymiş ayazın, feriştah olsan o marş avaz avaz okunacak/okutulacaktır! Mesele beka meselesidir!
Mesele varlığını bir başka varlık üzerinden inşa etmek olunca! Bu zorunlu fiiller karşında anarşik halet-i ruhlarımızda; ferman devletinse duvarlardan atlamak da bize düşendir şiarıyla ruhumuzu, bilincimizi anarşik eylemlerle besledik/şahlandırdık. Bakunin’in kolektif anarşisini deyim yerindeyse icra ediyorduk. Sahip-efendi-köle sisteminde kendimizce açtığımız ilk delikti. Bu ahlak ve vicdan yoksunu düzene ilk isyandı.
Bu düzen tecavüzcülerin avukat masraflarını ödemeyi üstlenen olunca, bu düzen senden çaldıklarıyla sana işkence edenlerin maaşlarının ödendiği yer olunca, bu düzen hiç emek vermeden keselerini dolduranların cenneti, senin de tek ve gerçek cehennemin olunca, sana isyan etmekten başkaca ne düşer? Ufuklarda ayaklanma ve isyan görünüyor, milyarlarca insanın sırtında beslenen vampirlere karşı başkaldırıyı görüyorum, domuzlar daha fazla domuzlaştığı yoksulların ise daha fazla yoksullaştığı bu sistemin ne yamanacak yeri kaldı ne de sıvanacak duvarı…
#TecavüzcüMusaOrhanıUnutturamayacaksınız
Çaput dizelerine ve salya sümük tekrarlarına aşina olduklarımız, tepeden tırnağa edebiyatı, şiiri kendilerine basamak kılan, ozanlığı ve kariyeri birbirine karıştıranlar, basit ve sıradan tüccar çıkarlarıyla günü kurtarmaya çalışıp, üstüne de kendilerini böyük şair ilan edip merkeziyetçilik oynayanlar yanıltmasın sizleri, birbirlerine verdikleri ödüllere de kanmayın.
Bu şaircikler okuru küçümseyerek kendilerini dev aynasında görenlerdir. Edebiyatı ve sanatı hırs ve libidolarının aracı haline getirdiler, kapitalistlerin, sermayedarların arzu ettiği/emrettiği gibi içini boşaltıyorlar şiirin, eleştirinin. Zulüm altında inim inim inleyen halka sırtını çevirip dilsiz bir şeytana dönüştüklerini görmeyen var mı? Güçlü ve köklü olan her emeğin okurda karşılığı hep oldu.
Ruhuna ‘erk/ek’ kaçmış tecavüzcü aklayıcısı kadının kulis arkadaşları bunlar, isimleri zikredildiğinde bile insanın ağzında leş gibi bir tat bırakan solcu görünüp hep sağdan vuranların derya olup aktığı günümüzde anlaşılmak, anlatmak zor da olsa onların lağım çukurlarında nasıl debelendiklerini herdem hatırlatacağız.
Bir de bu topluluğun küçük askerleri, adamcıkları ve kadıncıkları var. Salıyorlar ortalığa öyle şuursuzca. Babaları, patronları, editörleri, abileri ve ablaları gibi her yere sızmışlar, kene gibi böcek gibi işte ah! Dönüşüm sen nelere kadirsin. Ama bu fikri kıt, yüreği çorak ve kurak ego çuvalları, boyunlarındaki tasmalarından habersiz yaşıyorlar. O el ne zaman ki boyunlarındaki tasmayı sıkıştırınca hissedecekler boyunlarındaki ağrıyı.
O gözleri gördünüz, o gözler insan olanın, vicdanı olanın aklından çıkar mı hiç? O gözler her şeyin tek karelik özeti, devletin ve insanın arasındaki ilişkinin somut delili. O gözler kendi topraklarında yaşayan bir halkın kankırmızı isyanı değil de nedir? O gözler bitip tükenmeyen kindarlığın, tuzakların, kirli savaşın sonucu değil de nedir?
O gözleri görenlere nasıl anlatacaksınız barışı, eşitliği, hukuku, özgürlüğü, beraber yaşamayı? Anlatamazsınız baylar ve bayanlar, inandıramazsınız, açıklayamazsınız hiçbir argümanla.
Yapılan bunca zulmün, bunca haksızlığın acısı ve kederi sizi uykularınızda asla rahat bırakmayacak. Helikopterden atılan Osman Şiban hafızasını kaybetti, Servet Turgut ise yaşama gözlerini yumdu. Vücudundaki tüm kemikler kırılmıştı. İsyan, anarşi ve başkaldırı kurtuluşun tek kapısı, uçurumdan önceki son viraj. Yazar Murat Özyaşar’ın[2] cümlesini değiştirip yazarsak meramımızı anlatmış olacağınız: “İçinde devletin ve isyanın geçtiği uzun bir hayattır yaşadığımız.”
#ServetTurgutuUnutturmayacağız
Peki, bu kindar nesiller yeni mi yumurtadan çıktı da veryansın ediyorsunuz? Bu yeşermeye başlayan yeni nesil kindarlar sizi de yiyeceğinden veryansın ediyorsunuz, sizin mahallede de görünmeye başladılar diye sesiniz yükseliyor efendiler, “kendine müslüman olmak” tam da böyle bir şey işte! Sizin yetiştirdiğiniz kindar nesilleri de biz biliyoruz, neler yaptıklarını da. Utanma ve hayâ duygusu bilincinden, vicdanından alınmış bir nesil neler yapmaz ki…
Oysa utanç bir aynadır, kendinden ötekine bir adımdır, hırsını törpülemektir. İnsan en çok savaştığına benzer demiş bizden öncekiler. Karşısında durduğumuz, mücadele ettiğimiz zihinlere benzememek için kaç defa yüzleştik kendimizle, kaç defa sorgulandık vicdanımız tarafından. Çünkü faşist ve insan olma arasında ince bir çizgi vardır, bazen tek bir bakış bile sizi çizginin diğer tarafına atabilir. Dünün muktedirleri bugünün muhalifleri ikiz kardeşler değiller de nedir? Dünümüze ve bugünümüze Oscar Wilde’den seslenelim öyleyse: ''İnsanın kendiyle yüzleşmeye yüzü yoksa başkalarının hatalarıyla oynar durur...''
Bizim okuduğumuz yıllarda liselerde polisler olurdu, bir dönem ortaokullara kadar girmişlerdi. Okullar ve karakollar arasında pek bir fark yoktu. Her iki kurumunda etrafında da duvarlar yükselirdi. Alman telleriyle çevrilmiş duvarlar, gözcüleri ve nöbetçileri olan duvarlar. Üniformalıların derslere girdiği kurumlar, kışlalar ve okullar, okullar ve taburlar.
Neyse ki okuldan kaçabiliyorduk, el ele verip duvarları aşıyorduk, dikenli ve jiletli tellerden korunmak için nice lacivert ceketler kurban verdik. Okulun yarısı İstiklal Marşı’na iştirak etmeden duvarlardan, kapıların üstünden atlayıp sokağa karışıyordu. Okulun komutanı/müdürü de öğrencilerden çıkan sesin hiç de şevkli ve ateşli olmamasından yakınırdı. İstenilen ses yükselmiyordu. Bir türlü şevkli, ateşli, dokunaklı ve gür çıkmıyor, gökler inlemiyordu. Tekrar okumalar olsa da nafile.
Sivil polisler, öğrencilerin arasına girip sesi yükseltmek için varlıklarını hissettirseler de, istenilen gerçekleşmiyordu. Yine bir marş okuma günü, marş biter bitmez sivil görünümlü polisler birkaç öğrenciyi kollarından tutup duvar dibine dizdiler. Okulun havalandırmasında (bahçesinde) kimseler kalmayınca polislerden biri “Niye İstiklal Marşımızı okumadınız” diye soruyor. "Olur mu? Nasıl okumadık? Okuduk!" diye itiraz edilse de başka bir polis araya girip “Konuşma, cevap verme! Sadece dudaklarınız kıpırdıyordu” diyor.
Polislerin Atatürk büstünün altında dizdiği öğrencilerden tekrar İstiklal Marşı'nı okumalarını istiyor, fakat hiçbiri İstiklal Marşını ezbere bilmediğinden hatlar sürekli karışıyor, biri "Korkma’dan girerken bir başkası "al sancak"a varıyor. "Çakma ve kurban olayım" da birleşmeler olsa da istenilen ahenge varılmadığından, polisler de bu işkenceye daha fazla dayanamayıp, “Kes kes” diyerek tepkisini gösteriyor ve çözümü de hemencecik buluyor.
Çözüm şuydu: Polisler okuyacaktı öğrenciler de tekrarlayacaktı. Tıpkı 12 Eylül zindanlarında tutsaklara zorla ezberletilen marşlar gibi. 12 Eylül’ün üzerinden 20 yıl geçmiş, lakin zihin ve renk aynıydı! Bugün ise okul havalandırmalarında/bahçelerinde zorla marşlar okutuluyordu. Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirindeki şu çok bildik iki dizeyi anımsatalım yeniden: Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/Devlet dersinde öldürülmüştür.
Ayvalık’ta akşam yemeği için gittiğimiz bir restoranda belediyenin hoparlöründen boğuk ve mekanik bir ses duyduk. Anons bitince, birden bire etraftakiler ayaklandı, esas duruşa geçildi. 20 yıl önce 2 metrelik duvarları aşan ben, bir yemek masasında yine İstiklal Marşı’na yakalanmıştım! Arka taraftan biri yüksek sesle ve tehditkârca, "İstiklal Marşı okunuyooo" dedi. Meğerse bu dayatmacı uygulama bir gelenek haline dönmüş, pazar günü saat 16.00’da ve Cuma yine aynı saatte.
Rüzgârlarda savrulan İsmet Özel’i hatırladım, kendisi bence orada büyük bir mutluluk içinde yaşayabilir. Tam istediği gibi bir zihin dünyası yaratılmış. Hatta Özdemir İnce’yle bir sokakta karşılıklı yaşayabilirler, her sabah birbirlerine varlıklarını armağan edip, aralarındaki küçük ayrılıkları tartışıp günü devirebilirler.
Bu ülkenin atardamarlarında lincin kanı hep dolaştı, dolaşıyor. Yaşadığımız o an ve trajikomik olayın üzerinden 20 yıl, 12 Eylül’ün üstünden 40 yıl geçmişti. 40 yılda hiçbir şey değişmez mi? Suratlar değişiyor, saçlar değişiyor, şiirler değişiyor, öyküler değişiyor, ekonomi değişiyor, kıyafetler değişiyor, iletişim araçları değişiyor, ekmeğin tadı değişiyor, siyasiler değişiyor, parti programları değişiyor, sermaye değişiyor… Lakin zihniyet değişmiyor, yasal ve profesyonel soygun düzeni değişmiyor. Değişmeyen tek şey hırslarınız ve doymayan gözleriniz.
Devlet dediğimizde köhne ve tıkanmış bir "sistem" anlayın siz. Devlet dediğimizde ‘bize bir şey olmaz’ diyenlerin yurdunu anlayın. Devlet dediğimizde "Cumartesi Anneleri"ni hatırlayın.
Devlet dediğimizde Uğur Kaymazların yanı başına bırakılan boylarından daha büyük kalaşnikoflar gözlerinizde belirsin. Devlet dediğimizde Ali Boçnak’ın Kürtçe okuduğu Mewlûd’ün sesi kulaklarınıza gelsin. Devlet dediğimizde gözünüzün önüne hasta tutsaklar gelsin. Devlet dediğimizde "helikopterden itilip sonra linç edilen insanlar" gelsin. Devlet dediğimizde ‘O tarafa bakmıyorum’ diyenler gelsin. Devlet dediğimizde işsizlikten, açlıktan kendini yakanlar gelsin, intihar edenler gelsin, suçsuz yere yıllarca cezaevlerinde rehin tutulanlar gelsin. Devlet deyince aklınıza çocuklarının gözleri önünde öldürülen kadınlar gelsin.
Tolstoy’un "İnsan neyle yaşar?" sorusunun bendeki cevabı “vicdan”dır. Vicdanını yitirmiş bir halk, toplum, insan çoktan çürümeye başlamıştır. Kurtuluş, vicdanına dönüp hesaplaşmaktır, yolculuklar boşuna olmasın. Hukukunuz, yasalarınız, kararlarınız, vicdanınız tenekeye dönüşürse teneke hukukçularınız, teneke aydıncıklarınız, teneke kanaat önderleriniz, teneke editörleriniz, gazetecileriniz, teneke müteahhitleriniz, teneke siyasetçileriniz, teneke şaircikleriniz, teneke yazarlarınız, teneke bürokratlarınız, teneke tarikatlarınız olur. (ÇO/EMK)
[1]İçinde devletin ve isyanın geçtiği uzun bir cümledir Diyarbakır./Aslı gibi Diyarbekir hikayeleri
[2] gidiyorum buralardan, buralaradan gidiyorum
Seni özlemek için gidiyorum buralardan
Binlerce anı heybemde
Yürekte aşkın yangı
Seni özlemek için gidiyorum buralardan