"Söyle aydaki o şarkıcı yankıya/tekrarlasın benim şarkımı sana" (1)
Her duruma uygun söz söyleyen "ataların"; kadın konusunda kurdukları cümlelerde “sayıca pozitif, anlamca negatif” ayrımcılık uyguladıkları hepimizin malumudur.
“Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gibi cinsel ayrımcılığı meşrulaştıran sözlerindeki asıl taleplerinin iktidar olduğu da, görünen köy misali klavuz istememektedir.
Başka toplumların; “karşıdan iki kişi geliyor sandım, meğer bir adamla karısıymış”(2) ve benzeri sözlerine kulak verdiğimizde, dünyanın bütün atalarının, iktidar ve kadın konusunda hemfikir olduklarını, adeta “sınırlar ötesi bir atalar insiyatifi” olarak çağlar boyu ortak bir faaliyette bulunduklarını düşünmeden duramıyor insan.
Dilin işaretlediği kadının bekaretidir
Çünkü dünyanın bütün dillerinde kadının ikinci sınıflığından dem vuran atasözleri, deyimler ve erkek önyargıları mevcut. Kadını aşağılayan bu sözleri söyleyen bütün dillerin ortak özelliğiyse; erkek egemen bir bakış açısına sahip olmaları.
Konusu ne olursa olsun mutlak bir şekilde iktidar alanının dışını işaretleyen ayrımcılığın varlığını en insafsız ve yaygın haliyle sürdürdüğü alanların başında dilin geldiğini söylemekte bir sakınca olmasa gerek.
Saçı uzun, aklı kısa, eteği eksik bulunan kadınlar birçok dilde; sadece bekaret durumuna vurgu yapan iki sözcükle; kadın ve kız olarak adlandırılıp, cinsel içerikli bu iki sözcükle baştan işaretleniyorlar.
Dil kadın cinsine karşı bu denli acımasız ve ayrımcı olur da din geride kalır mı?
"Beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun Allahım” diyen ortodoks musevi erkeklerin duasından tutunda, kadını erkeklerden aşağı, itaatkar ve dövülebilir gören islamiyete (3) kadar bütün dinlerde, bu aşağılayıcı mantığın bol miktarda örneklerini bulabiliriz.
Zaten dinlerin bu denli taraflı olduğu bir yeryüzünde, insanların kadını ikinci sınıf görmesinden daha doğal ne olabilir ki?
Nene sözlerinin duyulmayışı
Bütün bu olumsuz gerçeklere karşın, insan yine de merak ediyor; atalarımız hep konuşurken, nenelerimiz hiç mi söz söylememişler? Yoksa sesleri duymazdan gelinip, sözlü yazılı kültüre giremeden silinip gitmiş mi? diye.
Bu soruların yanıtı ne olursa olsun, sesi ve dili atalarınkinden farklı duran; ninni, mani ve ağıtların anonim olarak adlandırıldığını göz önüne alarak, bunları söyleyenlerin hepsinin adı nasıl oldu da unut(tur)uldu? Kadının adı olmasa da sesi; ninni, mani ve ağıtlarda bütün berraklığıyla duyulmuyor mu? diye de sormak gerekmiyor mu ayrıca?
Evet, bu yazının konusu şair kadınlar ve; Kadınlar kendi sesleriyle şiir yazabiliyorlar mı? Roman ve öyküde daha önemli yapıtlara imza attıkları halde şiirde sesleri kısık mı? gibi soruların yanıtları üzerine niyeti iyi bir bellek araştırması olarak okunması gerekiyor.
Genel olarak sanatın, özel olarak da şiirin olmazsa olmaz koşulu özgürleşmiş bireydir.
Ve fakat yukarda kısaca özetlemeye çalıştığım gerçekler, kadının özgürleşmesinin önünde ne çok engel olduğunu net bir şekilde gösteriyor bize.
Şimdi isterseniz, şair kadının yolunu kesen engellere kısa alt başlıklar halinde göz atalım:
Şair kadın öncesizdir, geleneksizdir
“Benim sözüm henüz bitmedi.
Bana düşmanca bir yargı geliyor
Benim ellerim kavuşamıyor.
…Ben Nahha’nın parlak ve yüksek rahibesiyim
An tarafından sevilen kraliçem,
Kalbin bana acısın! “
Dünyanın bilinen ilk şair ve yazarı olan Sümerli ay rahibesi Enheduanna böyle sesleniyor MÖ. 2400 yılından. Enheduanna’nın kayıtlı 43 adet şiiri ve kil tabletlerdeki yazıları kalmış bugüne (4). Böyle önemli bir başlangıçtan sonra şair kadınlardan gelenek oluşturabilecek şiirler gelmiyor günümüze. Yazmamış olmaları mümkün mü?
“Ne bir türkü söylenirdi
Biz katılmadan
Ne bizsiz çiçek açardı ilk yaz”
diyen Saphho (5) MÖ 7. yüzyılın sonu ile 6.yüzyılın başında Midilli’de yaşamış.
Toplam 9 şiir kitabından çoğunun dar görüşlü din adamları tarafından yakıldığı düşünülen şairin çok az sayıda şiiri günümüze kalabilmiş.
Sadece 6 tane şiirine ulaşılabilen Sulpicia (6) M.Ö 1. yüzyıldan şu dizelerle sesleniyor bize:
“En sonunda aşk geldi. Daha da fazla utanacaktım
örtülerin altına gizleseydim onu çıplak bırakıp
Hoşnudum günahkar biri olmaktan ve nefret etmişimdir hep
dedikodu olmasın diye maskeyle dolaşmaktan”
Duygularını böyle özgürce anlatan Sulpicia’nın, şiire kişisel sesi getiren Sappho’nun ve ille de ilk şair Enheduanna’nın ışıltılı dizeleri bize, şiirleri günümüze ulaşamayan başka şair kadınların da olduğunu gösteriyor.
Bu durumda, kadınların yazdıkları yok sayılmış ya da kıymeti bilinmemiş ve de bu nedenlerle şair kadınlar için bir gelenek oluşamamış yargısına varmamız zor olmuyor. Bu geleneksizlik halinin, şiirde kadının sesini olumsuz etkilediği ise, tartışma götürmez bir gerçek.
Kadının duygularını göstermesi hoş karşılanmaz
Bu durumu açıklayabilmek için tarihe başvurmaya gerek yok. Çünkü günümüzde bile; bir şiirin kumaşını dokuyacak duyguların çoğu, aşk olamadan yok edilir kadınların kişisel tarihlerinde.
Toplumsal rollerin getirdiği sınırlar nedeniyle kadınların kişisel tarihleri; başlayamamış, yarım kalmış, geç kalınmış, günah sayılmış, yasaklanmış duyguların ve aşkların cesetleriyle doludur.
Yaşanamayan an’ların, söylenemeyen sözlerin, yazılamayan ya da yazılıp yırtılan aşk şiirlerinin gömüldüğü bir mezarlıktır kadınların belleği çoğu kez.
Ki çoğu kadın ıslık çalmayı bilmediğinden olsa gerek, uzak durur kendi içindeki; gizli saklı, yarım yamalak yaşanmış ya da sadece düşlenmiş aşklarının gömülü olduğu kişisel mezarlığından.
Ve muhtemelen onların varlığıdır, kadın diline çokça musallat olan hüznün sebebi.
Kadının özgürleşmesi istenmez
Şair kadının en büyük dezavantajı; din ve geleneğin katı kurallarına hapsedilip, ikinci sınıf görülmekten dolayı özgürleşmesinin önündeki engellerin çokluğudur.
Özgürleşemeyen bir kadının, erkek adlarına yazılmış şiirlerinin gün yüzüne çıkması durumunda olabilecekleri hep birlikte hayal edelim isterseniz;
a. Şair kadını babası vurur ya da yaşı küçük oğluna vurdurur.
b. Evli ise kocası ya vurur ya boşanma davası açar.
c. Bir takım medya aile bireylerini etkisiz hale getirip, yazdıklarından dolayı kadının cinsel kimliğini aşağılamaya kalkar.
Bakınız Neşe Yaşin örneğine.
Evet, özgürleşmenin, sanatın bütün dalları için önkoşul olduğunu unutmadığımızda, sanatsal yaratı için kadının aştığı/aşacağı yolun uzunluğu ve zalimliği aşikar.
Şiirin sadece nesnesi olmamakta kararlı şair kadınların ve öznesi oldukları şiirlerinin çoğalması ise kadınların, yüzyıllar boyu önlerine sürülen engelleri aşmakta kararlı olduklarının en büyük göstergesidir.
Yoksa nasıl duyabilirdik Füruğ’un “su gibi kendi çukurunda kuruyabilir insan” (7) dizesindeki çığlığını?
Yoksa nasıl içimize işleyebilirdi ”zalim beni söyletme derunumda neler var” diyen Leyla Hanım’ın (8) kederi?
“şiir söyleyince o büyük sözü
Ya kurşuna dizilecek bütün şairler
Ya da barış inecek toprağa” (9) diyen Neşe Yaşin’in hüzünlü sesi nasıl ulaşırdı gönüllerimize?
“Sevişmek bir sarmaşığın kalbiyle düşünmektir.” (10) diyen Bejan Matur’un; “Ve bir çiçeğin taze aklıyla uyandı aklım” dizelerinde dile gelen duyguların güzelliğini nasıl işitebilirdik?
“Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara
Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana
Destina” (11)
Diyen Lale Müldür’ün sesi diğer şair kadınların sesleriyle bir olup yaşadığımız coğrafyadan yola çıkarak, dünyanın bütün kulaklarına ulaşmaya nasıl talip olabilirdi, şiirde kadının sesi olmasa? (Gİ/EZÖ)
(1) Sulpicia; Ayten Mutlu; “Akdeniz, Şiirin Tanrıçası” yazısı
(2) Konfüçyus
(3) Nisa Suresi
(4) Muazzez İlmiye Çığ “Tarihte İlk Kadın Şair” makalesi
(5) Sappho Şiirler/Alaz yayıncılık/ türkçesi; Cevat Çapan
(6) Ayten Mutlu; “Akdeniz, Şiirin Tanrıçası” yazısı
(7)Furuğ Ferruhzad’ın/ Ve Yaralarım Aşktandır kitabı, Kurma Bebek şiirinden/ Türkçesi;Haşim Hüsrevşahi/ Öteki Yayınevi
(8) Leyla Hanım (…./1847)
(9) Neşe Yaşin’in “Büyük Söz” şiirinden
(10) Bejan Matur’un “Aşk İçin Gece” şiirinden/Adam Sanat Nisan 2000
(11) Lale Müldür’ün “Destina” şiirinden