Temmuz ayının ilk günleri, Gümüşgöze’ye doğru yol alıyoruz. Gümüşgöze, insanların çoğunlukla küçük bahçelerin içinde yer alan az katlı evlerde yaşadığı, Defne merkezinin dışında Harbiye’deki bir mahalle.
Yokuşu tırmanarak mahalleye girdiğimizde merkezdeki gibi yıkılmış binalarla karşılaşmıyoruz. Bu “görece” iyi hâl, az da olsa içimizi ferahlatıyor. İlerlemeye devam ediyoruz. “Muhafir” adı verilen dörtyol ağzından sapmamızla birlikte yıkımın şiddetiyle karşılaşıyoruz. Ağır hasarlı, yıkılmış çok sayıda ev, sağlı sollu belirmeye başlıyor. O ilk ferah his, yerini üzgünlük ve öfke karışımına bırakıyor içimizde.
Mehmet Abilerin çadırına geçiyoruz. Sonraki günlerde çekim aralarında soluklanma, dinlenme alanımız olacak burası. Bahçenin içerisinde biri konaklama, öteki ihtiyaçları giderme amaçlı iki çadır kurmuşlar. Evleri ağır hasarlı ve yıkılmayı bekliyor. Depremin ilk günlerinin ardından geçtikleri Mardin’den döndükten sonra yaptıklarını anlatmalarıyla başlıyor sohbetimiz. Kamerayı açınca gerisi geliyor.
Eski zamanlar
Deprem günü, sonrasında yaşadıkları, yitirdikleri, mahallede artık kalacak yeri olmayanlar, eski zamanlar… Her şey birbiriyle bağlantılı anlatılarında. Sohbetimize Antakya usulü kahve eşlik ediyor; süvari bardakta, koyu, bol kaynatılmış. Sonraki günlerde konuk olduğumuz herkesle de benzer kahveleri paylaşacağız.
Mehmet Abi Gümüşgöze’deki pek çok kişi gibi dokumacılıkla uğraşmış yıllarca, son yıllarda sağlık sorunlarından dokumacılık yapamaz hâle gelse de satmayıp çalıştırdığı tezgâhından bahsediyor, “Sesini duymadan uyuyamazdım,” diyor. Zaten gitgide azalan dokumacılık zanaatının depremle birlikte bitme noktasına geleceğinden söz ediyor. Dokumacılık deyince herkesin atölyelerinden ibaret bir şey düşünmemek gerekiyor. Ailedeki bireylerin de dahil olduğu, sosyalliğin ve dayanışmanın bu dolayımla örüldüğü bir anlam ifade ediyor burada dokumacılık. Sonraki günlerde konuştuğumuz pek çok kişi de benzer bir bağdan, histen bahsedecekler dokumacılık deyince.
“Artık yoklar”
Sohbetin ardından Mehmet Abiyle Gümüşgöze’de yürüyüşe çıkıyoruz. Ara sokaklara girmeye başladığımızda mevcut durum iyice belirginleşiyor. Bazı sokaklara girilemiyor ya da bazı sokaklar artık neredeyse yok. Herkesin birbirini tanıdığı Gümüşgöze’deki, ağır hasarlı veyahut yıkılmış her evin önünde anlatılar benzer oluyor. “... Evleriydi burası, artık yoklar”, “Burayı terk etmek zorunda kaldılar”, “Bu evde … kişi yaşamını yitirdi.”...
Yıkılmış evlerin arasından geçerken kırılmış, artık çalışamaz durumda olan dokuma makineleri ve tezgâhlarıyla da karşılaşıyoruz. Kırılan makinelerin üzerindeki iplikler kararmış, kir içinde… Sanki dokuma tezgâhları çalışmaya başlarsa zaman geriye saracak, deprem hiç olmayacak gibi hissediyor insan.
Yürümeye devam ediyoruz. Hangisi daha kötü hissettiriyor buradaki insanlara, bilemiyorum. Yıkılıp tüm yıkıntıları kaldırılanlar mı, ağır hasarla ayak olanlar mı? Geçtiğimiz sokaklarda evleri yıkılan pek çok kişi -konteynere erişim imkânı olan az sayıda kişiyi saymazsak- bahçelerinde derme çatma çadırlarda kalıyorlar. Herkes bizi sohbet etmeye, kahve içmeye çağırıyor. Mevcut durumu görmemizi, kayıt altına almamızı istiyorlar. Depremin üzerinden aylar geçmesine rağmen durum hâlâ çok kötü çünkü. Arada bir gelen su dağıtımı haricinde destekler, yardımlar kesilmiş veya çok azalmış. Herkes kendi başına, Gümüşgöze kendi başına kalmış.
Belirsizlik
En belirgin his üzgünlük ve öfke karışımı bir belirsizlik. Evleri yıkılanlar, ağır hasarlı olanlar, yakınlarını kaybedenler… herkes bir belirsizlik hâli içerisinde. Evlerini yeniden nasıl yapacaklar veya yıkılmayı bekleyen evler ne zaman yıkılacak kimse bilmiyor. Hatta kamu kurumlarından geldiğimizi düşünerek bize “Ne olacak hâlimiz?” diye soranlar da oluyor. Aynı belirsizliği paylaşıyoruz herkesle. İlmettin Abi de bu belirsizlik ve yalnızlıkla ilgili yakınıyor. Bizi önceden ahır olarak kullandıkları yeri görüntülememiz için arka bahçesine götürüyor. “Temeli yıktırmayıp burada kalacağım,” diyor öfkeyle.
Sonraki günlerimiz yıkılmış evlerin arasında, çadırlarda sohbetlerde geçiyor. Aziz Amca ile Gümüşgöze tarihini konuşuyoruz. Aziz Amca mahallenin en eski dokumacılarından ve hem yerelin hem de bölgenin tarihi üzerine araştırmalar yapıyor. Yavuz Sultan Selim dönemindeki Alevi kıyımlarından bahsettiği anlatısı günümüze kadar uzanıyor. Bölgenin eğimli arazilerinin tarıma çok uygun olmaması nedeniyle insanların dokumacılık başta olmak üzere zanaata yönelmesini anlatıyor bizlere. Depremin ardından Ankara’ya geçmiş Aziz Amca; ama orada yapamamış. Kalbi burada, buranın toprağında, tarihinde atıyor adeta. “Yapamadım, geri döndüm,” diyor bizlere. Daha sonra konuşacağımız kızı Yelda Abla da benzer bir şeyden bahsediyor. Coğrafyayla, birbirleriyle kurdukları bağlar tüm kötü koşullara rağmen insanları buraya geri getiriyor. İnsanlar Gümüşgöze’yi, Yakto’yu terk etmek istemiyorlar.
İyileşmek
Muhafir’de Yılmaz Abi’nin kahvesine uğruyoruz. Kahve tam köşede, bir buluşma noktası işlevi görüyormuş. Aldığı hasar nedeniyle işletilmesine izin verilmiyor. Masalar, bardaklar, içecekler, oyun takımları her şey duvarda asılı saat gibi durmuş, toz içerisinde. Yılmaz Abi, “Hepimizin psikolojisi bozuk, bizim ortak alana da ihtiyacımız var. Kahveyi açmamıza izin verilmiyorsa bari bize bir alan, yer gösterin!” diyor. Gerçekten barınma ve beslenme ihtiyaçlarının yanı sıra ortak alanlara da ihtiyaç duyuyor herkes ve şu anda böyle yerler hem yetişkinler hem de çocuklar için neredeyse hiç yok.
Görüşmelere devam ediyoruz. Evleri yıkılan, yakınlarını kaybeden herkesin anlatısı birbirine benzer olsa da herkes bu dönemi kendi özgünlüğünde yaşıyor. Sibel Abla engelli olarak bu süreçle baş edebilmenin zorluklarını anlatıyor bizlere. Tabii Sonsuz adlı sevimli köpeği de yol arkadaşı Sibel Abla’nın. Biz konuşurken Sonsuz da etrafımızda zıplıyor.
Günler bizim açımızdan belirli bir ritim kazanmaya başlıyor. Çadırlara konuk oluyor, kahvelerimizi birlikte yudumluyor, sohbet ediyoruz. Kamerayı açmak bazen anlamsızlaşıyor bizler için; ama herkes kamera açıkken konuşmak istiyor. Hem anlatarak bir nebze olsun rahatlıyorlar hem de aylar geçmesine rağmen koşulların iyileşmediğini göstermek istiyorlar.
Dönüş zamanı yaklaştıkça görüşmelerimizi sıklaştırmaya çalışıyoruz. Sosyal medya üzerinden gördüğümüz ve takip ettiğimiz Yakto Hayat Aşevi’ni ziyaret ediyoruz. Aşevi depremin ardından ilk günlerde dışarıdan desteğe gelenlerle birlikte kuruluyor ancak zamanla yereldekilerin tüm çalışmaları desteklerle, bağışlarla yürüttükleri bir öz-örgütlenme hâlini alıyor. Aşevi, yemek dağıtımından çok önce gelenler, sohbet etmek için uğrayanlarla bir sosyalleşme noktası işlevi de görüyor. Neslihan yürüttükleri çalışmaları gözleri ışıl ışıl parlayarak anlatıyor bizlere. İçimiz ümit dolarak ayrılıyoruz yanlarından.
Gadîr-i Hum
Gümüşgöze’de geçirdiğimiz günlerde Gadîr-i Hum’a denk geliyoruz. Gadîr-i Hum, Arap Aleviler için yılın en önemli günü. Günler öncesinden başlayan hazırlıklarla birlikte o gün hiçbir iş yapılmıyor. Öyle ki bugünde şehirdeki pek çok dükkân kapalı oluyor. Sadece dini ritüeller ve ardından birlikte oturulan sofralar oluyor.
Sabah biz de bir evin bahçesine konuk oluyoruz. Kazanda çorba yapılıyor. Poşetlere ekmeklerle birlikte plastik kaplarda çorbalar dolduruluyor. Herkes yapılanların bir ucundan tutuyor. İhtiyacı olan komşulara, yakınlara çocuklarla çorbalar gönderiliyor. Biz de yemek sonrası depremin ardından ilk günleri nasıl geçirdiklerini soruyoruz. Bahçedeki bir ahırda 30 küsür kişi tavuklarla birlikte kalmışlar. “Bizim tavuklar bile depremzede” deyip gülüyorlar.
İkinci durağımız da başka bir Gadîr-i Hum sofrası. Burada kazanlarda bulgur pişiriliyor. Dini ritüellerini bitirenler ellerinde poşetlerle çıkıyorlar. Tüm geniş aile yine bir sofrada buluşuyor. Deprem ister istemez yine dillerde ama birlikte olmanın neşesi ve gücü yüzlere yansıyor. Bir noktada biz de oturuyoruz sofraya.
Bu yılki Gadîr-i Hum sofraları elbette buruk. Konuştuğumuz herkes sürekli bunu söylüyor. Kaybedilen canlar, şehir dışına gitmek zorunda kalanlar veyahut sofra kuracak ekonomik gücü olmayanlar… Her şeye rağmen kurulabilen sofralar buruk bir vaziyette de olsa halkın dayanışmasının ürünü. Belki de insanların aylardır en çok güldüğü gün.
Yoklukların ve belirsizliklerin ortasında Gümüşgöze’de birbirine yaslanıyor halk, “varız ve var olacağız” diyorlar. Hâlihazırda var olan dayanışma pratiklerini sürdürüyor, yeni pratikleri inşa ediyorlar. Biz de anlatılarını kaydetmek için gittiğimiz iki ayrı seferde benzer bir hisle ayrılıyoruz yanlarından. Evet ortalık toz içerisinde, evet belediyeden, hükümetten gelen destek çok az, evet tüm nesnel koşullar aksini işaret ediyor belki ama yereldeki bu bağlar, bu güç olduğu sürece sahiden “Yakto Terk Edilmez!” diyoruz birbirimize. (DS/TY)
Yakto Terk Edilmez!
Süre: 18 Dakika
Yapım ve Fikir: Elem Güzel
Yönetmen: Diyar Saraçoğlu
Kamera: Diyar Saraçoğlu
Kurgu: Erdağ Yenel & Diyar Saraçoğlu
Ses: Serdar Türkmen & Diyar Saraçoğlu