sağlıkta dönüşüm programı’nın üç temel unsurundan birisi aile hekimliği uygulamasıydı.
bu uygulama ile her ailenin, hatta her insanın bir hekimi olacağı söylenmişti.
aile hekimliğinin, sağlık hizmetinin temel unsuru olan 1. basamak sağlık hizmetinin yalnızca tanı tedaviye yönelik bölümünü kapsadığı için eksik, dolayısıyla yanlış bir uygulama olduğunu hep söyledik.
dahası asıl amacın sağlığı hedefleyen, adı da o yüzden sağlık ocağı olan yapıların tasfiye edilmesi olduğunu da...
bugün gelinen noktada asıl hedeflenen o amaca ulaşıldığını söylemek olası.
çünkü artık kimse sağlık ocağını değil talep etmek, aklına bile getirmiyor!
hatta nüfusun önemli bir bölümü böyle bir kurumun varlığından bile haberli değil.
‘ben yaparım olur...’ mantığı
aile hekimliği uygulaması dediğimiz gibi bu ülkenin koşul ve olanaklarına uygun olmayan, sağlıklılığı sağlamak yerine hastalıkları tedavi etmeyi önceleyen “yanlış” bir uygulamaydı.
çünkü sağlıklılığın sağlanması için gerekli olan “sağlığın sosyal belirleyicileri” bağlamında henüz yapılması gereken çok iş vardı. bu gerçeğe karşın yeğlendi aile hekimliği uygulaması.
yine de eğer batıdaki örneklerinde olduğu gibi uygulansaydı, aslında en azından metropollerin ve büyük kentlerin nispeten koşulları uygun yerlerinde sağlık hizmetleri alanında yaşanan “kaos”a kısmen de olsa bir çözüm olabilirdi.
böylelikle hastanelerdeki yığılma ve gereksiz kuyrukları yok edebilir; gereksiz tanı tedavi hizmeti tüketimini ortadan kaldırabilir; erken tanı ve tedavi nedeniyle hastalıkların yarattığı bireysel ve toplumsal maliyeti düşürebilir, hepsinden önemlisi toplumun en azından kendi yaşadıkları sorunlardan yola çıkarak “sağlık eğitimi” konusunda bir bilinçlenme yaratabilirdi.
ancak bunlar olmadı!
çünkü bu modeli her şeyden önce toplumun sağlıklılığını sağlamak yerine, sağlık alanında kârdan başka bir şey düşünmeyenler dayatıyordu. küresel ölçekli tanı tedavi teknolojisi şirketleri, ilaç firmaları ve hastane hizmetlerinin çok kârlı alanlarında yatırım yapan çoğu amerikan kökenli “hastane” şirketleri ile onların “yerli işbirlikçi ve temsilcileri” bu modelin yıllardır savunucluğunu yaptılar ve sonunda tek başına iktidar olan akp ve onun sağlık bakanı eliyle bu modeli, üstelik de inanılmaz sübvansiyonlarla ve herkesin parasını onlara sunarak bu modeli uygulamaya koydu.
çünkü toplumun sağlığı ve sağlıklılığı özünde akp’nin derdi değildi. o sağlığın ve hastalığın “tanrının gelen ve onun isteğiyle olan bir durum” olarak kabul ediyor, dua ederek, yalvararak, itaat ederek herkesin sağlıklı olacağını düşünüyordu. bu bakış ve yaklaşım için örneğin bu yüzden hastanelere bir de “imam kadrosu” açmak en önde gelen görevlerden birisi sayılabiliyordu.
kısacası asıl hedeflenen sübvansiyonlarla sağlık alanında sunulanlardan “oy devşirmek”ti.
böyle bir zihniyet tarafından oluşturulması bu modelin geleceği ve sonunun ilk işaretleriydi.
neler yapıldı, neler yapılmadı?
öncelikle ilk basamak hizmetin en temel kuralı olan insanların olduğu yere yakın bir sağlık hizmet birimi kuralı gözardı edildi ve aile hekimleri özellikle perifer bölgelerde ve kırsal kesimlerde merkezi yerlerde toplandı. bu hizmete istenildiği her an erişme hakkını ortadan kaldıran bir uygulamaydı.
durumuna, niteliğine, koşuluna bakılmaksızın ülkenin her yerine, aslında ülkede ortalama hekim başına düşen nüfustan çok daha fazla nüfusa bir aile hekimi tahsisi yapıldı. üstelik onların hekim ve birinci basamak hizmetle ilgili bilgi ve deneyim sahibi olup olmamalarına bakılmaksızın bu dağıtım gerçekleştirildi. sonuçta kapıları kapalı, ya da ulaşılamayan aile sağlığı merkezlerinde mutsuz, çaresiz pratisyen hekimlerle model uygulanmaya çalışıldı.
basamaklı bir modelin olmazsa olmazı olan sevk sistemi asla uygulamaya konulmadı ve cebinden biraz fazla para verenin ikinci, hatta üçüncü basamak kurumlara gidebilmesinin önü açıldı, sonra kamu kurumları dahil bunu yeğleyen herkesten ek paralar alınarak, tanı ve tedavi hizmetleri tümüyle ücretli hale getirildi.
vatandaş buna alışınca aile hekimlerine başvurduklarında bile muayene için bir bedel ödenmesi, hatta reçetede yazılan ilaç için bile para alınması gündeme getirildi. aslında bu en yoksul kesim için sunulan tanı tedavi hizmetlerine erişim hakkının ihlâli anlamına geliyordu ve o grupta yer alan ezici çoğunluk ancak durumları ağırlaşınca hizmet talebinde bulunur hale geldiler.
bu noktada sayıları pıtrak gibi artan “dini temelli gönüllü(?) yardım örgütleri” o zordaki vatandaşların gereksindiği harcamaları ödeyerek, onların kendilerine bağlanmasını sağladılar. böylelikle parası olan da, olmayan da sağlık açısından iktidarın destekçisi haline getirildi.
ama bu da onların “sağlıklı olmasına yetmedi” tanı tedavi hizmeti veren kamu ve özel kurumlarına yıllık başvuru sayıları arttıkça arttı. bu aynı zamanda sistemde dönen paranın artması, piyasanın genişlemesi ve kazancın çoğalması anlamına geliyordu. artık sağlık kurumları “sağlıklılığı” sağlayan yerler değil, bir çeşit “fabrikalar” haline geldi.
öte yandan aile hekimlerine başlangıçta bol bol sunulan kaynaklar, açıktan yapılan ve kaydı kuydu olmayan maddi destekler sonradan parça parça geri alınmaya başlayınca, aile hekimliği modelinin de artık önem ve anlamı kalmamıştı.
bu hekimlere çoğu idolojik ve dini temelde, yaşamı iktidarın doğruları temelinde örgütlemeyi hedefleyen, bir anlamda “toplum mühendisliği” anlamına gelen etik dışı uygulamalar da dayatılınca “az çok okumuş”, “eğriyi doğruyu bilen” hekimlerin kendi görüş ve düşünceleriyle modele verdikleri destek de ortadan kalktı.
sinekten yağ çıkarma mantığı ile sürecin her aşaması “para kazandırır” hale getirildi ve sonunda aile hekimlerinin muayene randevularının bile (ne demekse??) merkezi bir sistemden alınması dayatması uygulamaya konuldu.
tüm bu modelde hekim dışı sağlık personeli tümüyle devre dışı bırakılırken, hekimlik ve hekimler de değersizleştirildi. en azından kendilerini böyle hissetmeleri sağlandı.
bu kadarı yetmez “yeni bir yanlış” daha
şimdi de bir büyük yanlış daha yapılıyor ve aslında “24 saat hizmet sunduğu kabul edilen” aile hekimlerine, haftada 30 saat süreyle 2.,3. basamak sağlık kuruluşları ve 112’de acil nöbeti tutma zorunluluğu getiriliyor.
türk tabipleri birliği de, sağlık ve sosyal hizmet emekçileri sendikası da bunun anlamını, neden olamayacağını ortaya koydular ve resmi yollarla itirazlarını yaptılar her zaman olduğu gibi.
bu her şeyden önce aile hekimlerine ayda 120 saat fazladan çalışmayı dayatarak “ailenin-bireyin istediği zaman ulaşacağı bir hekimi” olması durumunu ortadan kaldırmak demektir.
bu dayatmanın sağlık çalışanının asli görevlerini yap(a)maması sonucunu doğuracağı da açıktır. yine onlar hastalarıyla karşı karşıya gelecek ve sağlık yaşanan şiddetin daha da artacaktır. böylelikle şu günlerde sağlıkçılara getirilen, kendilerine uygulanan şiddeti kamuoyuna duyurmama yolundaki bakanlık talebinin gerekçesi de anlaşılmış olmaktadır. bakanlık aslında olacakları öngörmekte ve buna karşın bu sistemi en çok savunanların bile isyan etmesine yol açan düzenlemeleri gerçekleştirmektedir.
ne yaptığını bilmek gerek
aile hekimliğini felsefesine aykırı, yalnızca iktidar partisinin çıkarı ve popülizm adına yapılan bu uygulamalar, tıpkı sağlık ocaklarının son dönemlerinde yaşanan, bu yapıların bizzat devlet tarafından yok edilmesi sürecine benzemektedir.
üstelik şimdi durum daha kötüdür, çünkü aile hekimliğinin yerine konulacak bir model de yoktur. bu sürecin sonucunda gelinecek nokta yalnız sağlıksızlık değil, tanı tedavi kurumları dururken, onlara ulaşamayan milyonlarca insan hastalıklarla yaşayacak, sağlığından, bedeninden belki de yaşamından olacaktır.
sağlık bakanı bir yandan 10 bin aile hekimine ihtiyaç var derken, diğer taraftan mevcut aile hekimlerine dayatılan bu “acil nöbetleri”, onun da “erk”inin kağıt üzerinde kaldığını ve aslında kararların başka yerlerde alındığını göstermektedir.
“sağlıkta dönüşüm” denilerek, sağlık da, hizmet de yok ediliyor, en başta bakan olmak üzere herkesin haberi olsun! (ms/hk)