Kral çıplaktı… Gerçekten de kral çıplaktı. Ancak sistem kral tarafından da bilinen bu gerçeğin yüksek sesle ifade edilmemesi “giz”i üzerine kuruluydu. Çünkü “bilinen bu sır” ifade edildiği anda binlerce ton ağırlığındaki “o devasa kâğıttan kraliyet” domino taşı etkisiyle tüm insanları altına alabilirdi.
“Konumuzla ne ilgisi var şimdi bu garip girişin” diye sormadan bu yazının “tümünün” okunması gerekir. Hemen itiraf etmeliyim ki bu yazı çok acıtıcı bir yazıdır. Satırların yazarını da dâhil birçok sağlıkçıyı, sağlık hizmeti alan birçok kesimi acıtabilir. Ama bir yargıya varmadan önce gerçeklerin arka planın da bilinmesi gerekir; çünkü gerçekten de kral çıplaktı…
Özellikle son 10 yıldır çığ gibi artan bir sorundur sağlıkta şiddet. Hem sağlıkçıyı, hem ondan hizmet almayı bekleyen kesimleri giderek endişelendiren, zaman zaman vahşete varan tablolarla karşımıza çıkan; çok yönlü, çok bileşenli, çok bilinmeyenli bir denklem gibidir sağlıkta şiddet sorunu. Son zamanlarda değişik ortamlarda konunun yasal, sosyal boyutunda ciddi değişiklikler yapılması; yaşanan bu şiddetin de “meslek hastalıkları/iş kazası” kategorisine alınması ya da yasal önlemlerle sağlıkçıya böyle bir şiddeti uygulayanın en üst düzeyde cezalandırılması, hatta çeşitli ciddi –yaşamsal- yaptırımlarla “bu tiplerin” sağlık hizmeti alımından men edilmesi, SGK sağlık prim sisteminden çıkarılması vb. bir çok yönü yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.
Konunun farklı bakış açılarına geçmeden önce peşinen belirtmem gerekir ki bir sağlık sunucusu olmam hasebiyle ben tarafım. Ancak birçok “hasta hakları dernekleri”nin de sağlıkçılar tarafından organize edildiği, kurulduğu, savunulduğu gerçeğinden hareketle olabildiğince kendi öznelliğimden sıyrılmaya hatta bir adım daha öteye geçerek deyim yerinde ise önce narsist bir şekilde iğne ile kendimi kazımaya; sonra çuvaldızın hedef(ler)ini bulmaya çalışacağım. Sanırım bunu yapabilmem için de sağlık sunucuları resminin neresinde olduğumu belirlemem, belirtmem, paylaşmam gerekir. Yani bu yazı aynı zamanda 30 yıldır sağlık hizmet sunum basamaklarının hemen her aşamasında çalışmış bir hekim olarak yaşanmışlıklarımı paylaşıp küçük bir kareden büyük resmi görmeye, anlamaya çalışma şeklinde olacaktır.
Bu ülkede hemen her aydınlık düşünce ve kurumsallaşmanın üzerinden bir buldozer gibi geçen 12 Eylül despotizmi ve aslında yaşadığımız bu günlerin de tohumunun atıldığı, hamurunun karıldığı yıllarda tıbbiyeye adımımı atmıştım. Oradaki 6 yıllık eğitimimin sonunda kulağıma küpe olan söylemlerden biri o dönemde emekliliği yaklaşmış kıdemli bir hocamıza aitti. Hocamız derste “arkadaşlar bizim hocalarımız bize kendilerinden önceki doktorların hekimliğin altın çağını yaşadıklarını; kendilerinin gümüş çağını yakaladıklarını bizlerin de ancak bronz çağını yaşayacağımızı umduğunu söylemişti. Fakat üzülerek söylemeliyim ki tıbbın gidişatına baktığımda maalesef sizler bırakın bakır, teneke çağını bile güçlükle geçireceksiniz” mealindeki söylemiydi. Bir hekim olarak sağlık ortamında zorlaşan koşulları yaşadığımda hep bu sözü anımsadım.
Evet, sağlık sunum basamaklarının hemen hepsinde çalıştım. Sağlık ocağı hekimliği yaptım; bir devlet hastanesinde uzmanlık eğitimimi aldım. O zamanki en meşakkatli yerlerden biri olan SSK hastanelerinin hem dal (meslek hastalıkları), hem genel hizmet sunan hastanelerinde günde her bir hekimin 150-200 “hastaya baktığı” mekânlarda çalıştım. En önemli akademik titrimi buralarda çalışırken “dışarıdan” yoğun bir mücadele ile aldıktan sonra “muayenehane hekimliği mi, öğrendiklerimi paylaşarak eğitimimin devamı mı?” şeklinde bir karar verme yol ayrımına gelince üniversiteye geçmeyi tercih ettim. Meslekteki 27. yılımın sonunda eğitim görevlisi olarak çalışırken devlet görevinden ayrıldım (son yıllarda sisteme ayak uyduramayan bir çok akademisyenin yaşadığı yaprak dökümleri gibi bir süreçle: sosyal-entellektüel-yönetsel sorunlarla boğuşmaktan yorulup -ne haliniz varsa görün- diyerek ayrılmaya mı zorlandım?; belki…). Emeği dışında başka da bir gelir kapısı olmayan emekli bir öğretim üyesi olarak son 1.5 yıldır da çoluk çocuğumu geçindirmek için özel bir hastanede hizmet veriyorum. Satırları yazdığım günlerde bu süre içinde tek başıma baktığım hasta sayısının 6 bini geçtiği gerçeğinden hareketle bu sayıyı kaba bir hesapla gerideki yıllarıma projekte ettiğimde hekimlik yaşamım sırasında baktığım toplam hasta sayısının 100 binler civarında olduğunu söylemem sanırım çok da büyük bir abartı olmayacaktır.
Burada hemen “peki, bu kadar yoğun çalıştığına göre 30 yıllık hekimlik yaşamında kaç defa şiddete maruz kaldın?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Hemen itiraf etmeliyim ki hekimlik yaşamım boyunca bırakın fiziksel şiddeti, hasta ve yakınları tarafından bana karşı yüksek sesle konuşulduğunu bile inanın ki anımsamıyorum…
Bunun belki birçok nedeni olabilir ancak şöyle bir geriye dönüp, durumu irdelediğimde sağlık ortamının ve çalışanlara karşı belirginleşen gidişata karşı tavrımı rutin pratiğimin bir parçası haline getirmemin bunda önemli rolü olduğunu düşünüyorum. Profesyonellikten taviz vermeden hep amatör bir ruhla çalıştım. Sağlık ocağı hekimliğinde bile sabahları “okula gidiyorum” diye hep evden çıktım. Deryada bir damla olduğumun bilinciyle, beni deniz bilip mesleğimin simgesine sarılmak için “bana düşenlere” hiçbir zaman zorlaştırıcı -dara düşürücü/boğucu- olmadım. Hep kolaylaştırıcı olmaya çalıştım. Bu tavrımı kesinlikle “halk dalkavukluğu anlamındaki popülist bir yaklaşım” ile yapmadım. Bu nedenledir ki ne gereksiz pohpohlanmaya ne de tersi bir davranışa muhatap olmadım. Gelen her hastayı sistematik okunması gereken bir paragraf, bir kitap bölümü, çözülmesi gereken bir sorun kümesi, beni eğitmeye gelen değerli bir can olarak gördüm. En ajite durumda da olsa sakince sorununu anlamaya, analiz etmeye, mümkün olan en kalıcı, pragmatik yolla çözmeye gayret ettim. Hastamla arama bu bakış açıma perde çekecek maddi ve manevi bir beklenti hiçbir zaman koymadım. Tıbbın vahşi, acımasız gidişatını “kulağıma küpe olduğu formatta” yetişmesine katkı sunduğum geleceğin hekimlerine de olduğu gibi aktarmaya çalıştım. İlk staj derslerinde kliniğimde alacakları eğitim programı tanıtımında hep acı bir şekilde hekim adaylarına geleceğimizin bu gidişatını itiraf ettim, uyardım. Hem de belki daha acı cümlelerle “arkadaşlar hekimliğin geleceğinde bizim konumumuz sağlık hizmet –sektör-ünün vasıflı birer hizmetçileri olabilmektir; gelecekte her birimizin bu –sektör-de tutunabilmemizin yolu vasfımızın kalitesini arttırmaktır; onun yolu da bu sıralardan geçmektedir. Hekimliği çok para kazanmak için kullanmaya kalkarsanız hekimlik gerinizde kalır, para sizden kaçar; hekimliği her bir hastanızı bir yakınınız bilip ona zarar vermeden bilgi ve deneyim birikiminizle sorunu çözerseniz en azından saygınlığınızı korumuş olur, iç huzurunuzu sağlarsınız” mealindeki cümleleri değişik örnekler de vererek çok kullandım.
Burada hemen bir itirafta bulunmak gerekir ki bugünkü sorunların en büyük sorumlularının başında maalesef biz hekimler, en önemli devlet ricalinde de bulunmuş olan tanrısal güce sahip bizden önceki kuşaklar gelmektedir. Onların bıraktığı miras toplumca da o günlerde kabullenmiş algısıyla çoğumuz tıbbiyeye adım attığımızda kendimizi ayrıcalıklı bir sınıfa geçmiş birer ilahlar olarak gördük. Tıbbiyede her birimiz adeta orada birer tanrısal güç elde edecek; bu gücü istediği gibi “denek” olarak gördüklerine istediği “vizite ücreti” ile uygulayabilecek; sorgulanmasının bile düşünülemeyeceği birer farklı insan türü olarak algıladık. Biz farklıydık; “sağlıkçılar ve toplumun diğer kesimleri”, hatta ve bence en acıtıcı olanı da “hekim ve diğer sağlıkçılar” şeklindeki algı yıllarca birikip kâğıttan devasa bir kurumsallaşmaya dönüştürüldü. Her türlü yozlaşmış devlet tekelindeki sağlık kurumlarında poliklinik hizmeti yürütmemizin ana amacı emrimizdeki sekreter ve diğer sağlık personeli kanalıyla muayenehanemizin kartlarını kapıda bekleyen, içeri girmek için kan ter içinde kalan “kurbanların” burnuna dayatmaktı. Öğle arası saatlerde hastaneye de hemen 2 adım mesafedeki dükkânlarımızda “özel muayene” adı altında kişiden “hakkımız olan” ücreti almak, hatta bir ileri aşamada çoğumuzun mubah olarak bile kabul etmediği “bıçak parası” adı altındaki hakkımız sandığımız nevaleyi tahsil etmekti...
Evet, hekim olmak çok meşakkatli bir iştir, üzerine uzmanlık eğitimi, üzerine gereğinde üst uzmanlık, akademik basamaklar çok çok zordur. Ancak bu kadar zor bir süreci kendimiz seçtik, faturasını bireysel bir takım argümanlarla “bize düşmüş” olandan çıkarmak zorunda mıydık? Dahası sağlık sunum resminin tümünün de öznesi sadece biz hekimler değiliz gerçeğini de bir türlü kabullenmedik. Bulunduğumuz yerlere ne kadar zorlu yolları çekerek gelmiş olursak olalım sağlık sunumunun bir ekip işi olduğu gerçeğini görmek bile işimize gelmedi. Oysa gerçek olan şey “hekiminden teknisyenine, hemşiresinden hizmetlisine kadar sağlık hizmeti bir bütündür” ilkesiydi. Bu bütünün dişlilerinden birinin aksamasında ciddi sorunlar oluşur. Hele bu bütünün dişlilerinden biri ve de en önemli motor gücü olan hekim diğer parçaları görmeyecek olursa hem sağlıksız çalışma ortamlarının tümünün suçlusu, hem de o önemli parçanın dışında dizayn edilmiş köhnemiş sistemin de sorumlusu olarak kabul edilir. Nitekim öyle de oldu. İlk işaret fişeği 12 Eylül faşizminin diktatörünce atıldı; vatan millet edebiyatıyla sağlıktaki sıkıntıların hatta neredeyse memleketteki sorunların en büyük suçlusu olarak hekimler gösterilip; hekimden kurban, onu önlerine atınca kolayca halledebilecek bir kitle oluşturuldu.
Küresel sermayenin en büyük pazarlarından biri olacağı o günlerde belli olan bir ülke olarak Dünya bankası finansmanıyla günümüzdeki dönüşümün ilk işaretleri de o günlerde verildi. Hekimin konumu artık mağaza tezgahtarıydı; hastalarda bir organlarını ondan satın alan/düzelten müşterilerdi. Müşteri istediği mağazaya gidip, istediği tezgahtarı emrine alıp istediği muameleye tabi tutulabilirdi. Son yıllarda bu düşünce sisteminin en kaba, en hoyratçası sergilenerek hekim başta olmak üzere tüm sağlık çalışanları değersizleştirildi, kişiliksizleştirildi, köleleştirildi. Kullaştırılan, sorgulamayan, bir biat toplumu yaratıldı. Bu toplumun büyük bir kısmının karşı çıkabileceği, dövebileceği, sövebileceği, gereğinde canını alabileceği hedefi de belirlendi: hekimler başta olmak üzere tüm sağlıkçılar…
Sağlık sistemi ve bu sistemin yürütücüleri olan sağlıkçılar günümüzde dünyanın hemen her yerinde ciddi sıkıntılarla karşı karşıyadır. Dünyaya dayatılan, kar maksimizasyonu ön planda bir sistem oluşturuldu. Bu sistemin belki de en acımasız şekli ülkemizde uygulamaya sokuldu. Bu sistemi biz sağlıkçılar oluşturmadık; bizler “bize dayatılan sistemin” değişik kademedeki birer uygulayıcısı olmaya zorlandık, zorlanıyoruz. Oysa bizim olmazsa olmaz felsefemiz “sağlık her bir canlının, her bir insanın doğuştan kazanılmış bir hakkıdır” düsturuydu. Sağlık alınıp satılacak, ticarileştirilecek bir meta değildir. Bizler de yeryüzünde o metayı bir kar aracı olarak kendimize de yontturacak ilahi kudretleri değiliz. Büyük tıbbi gelişme olarak topluma lanse edilen bir çok şarlatanlık bizler vasıtasıyla topluma pazarlanıyor. İçimizden değişik alanlarda medyatik maymunlar oluşturulup sabahtan akşama kadar aptal kutularında nasıl pazarlanacağı insanların bilinçaltlarına nüfuz ettiriliyor. Sağlık alanı “bizler -onlar”; veya “hekimler-hastalar”; ya da “sağlıkçılar-diğerleri” diye ayrıştırılmaması gereken olmazsa olmaz alanların başında gelir. Sanırım biz sağlıkçıların ıskaladığı en önemli noktalardan biri budur. Çünkü her birimiz hem hekim hem de gereğinde hastayız; klasik söylemle “bize davranılmasını istediğimiz gibi hastalarımıza davranmalı”, onların bize geldikleri andaki ruh hallerini, ajitasyonlarını, canlarının ya da canlarından çok özendikleri yakınlarına karşı bazen patolojik boyuta varan aşırı duyarlılıklarını anlamaya çalışmalıyız. Geniş olmalıyız, toleranslı olmalıyız; gereğinde sistemin bize dayattığı “müşteri her zaman haklıdır” mentalitesi içinde olduğumuz bilincini yansıtarak kişinin kendisi için en uygun olan seçeneklerini sunmalıyız.
Evet, sağlıkta şiddet mağdurlarının durumu iş kazası ya da meslek hastalıkları kategorisine alınabilir mi? Ya da alınmalı mı? Bu konuda bazı zeminlerde derinlemesine konuyu irdelemeden ben de “olabilir” şeklinde kaçamak yanıtlar verdim. Ancak konuyu ayrıntılı inceleyince naçizane görüşüm: “sağlıkta şiddet ve sonuçları ne birer iş kazasıdır ne de meslek hastalığıdır” şeklindedir. Çünkü burada sorudan beklenen yasal sonuçlarıdır. Oysa bireysel anlamda baktığımızda olay adli bir sorundur. Konunun iş kazası ya da meslek hastalıkları boyutuna alınması bu adli yönünün önüne set çekebilir.
Diğer taraftan da özellikle meslek hastalıkları yasal tanı süreci girdabına baktığımızda böyle bir durum bu adli olayı bile sümen altı etmeye neden olabilir. O nedenle en azından günümüz koşularında konuyu iş kazası ya da meslek hastalıkları kategorisine almanın şimdilik uygun bir yaklaşım olmayacağını düşünüyorum. Aslında sağlıkta şiddet %1’in tasarladığı kirli bir oyun olan vahşi kapitalizmin yüzde 99’u birbirine düşüren, birbirine kırdıran bundan bile değişik şekillerde rant elde ettiği yer yüzündeki en çirkin hastalıktır, belki de kapitalizmin en acımasız hastalığıdır. Acz içinde derdine çare ararken amaçla aracı birbirine karıştırılmış bir güruha dönüştürülmüş toplumun Sabim hatları tezgahı ile aldatılması, kışkırtılması, dolduruşa getirilmesi, vahşete sürüklenmesidir. Çaresi de beyaz kodlar değildir; silah taşıma hiç değildir; savunma tekniklerini sağlıkçıya öğretmek de değildir. Hele bu şiddete başvuran kimimizin “cani” diye adlandırdığı “zavallılar”ın idam dahil en ağır cezalara duçar edilmesi de değildir. Çare tek değildir.
Konu öncelikle bir sistem sorunudur; “bebekten katil yaratan” vahşi kapitalizmin hepimizi kullanması durumudur. Bunun vahşiliklerini yüzde 99 olarak algılayabilmemiz ile mümkündür. Giderek karabasana dönüşecek sağlık sisteminin sorumlusu olmadığımızı bir şekilde toplumun tümüne anlatabilmemiz gerekir. Bu sistemin karşısında hasta ve sağlıkçı olarak durabildiğimiz gün konu çözüm yoluna girecektir. Kısa vadede maalesef bu konuda iyimserlik halinde olmak zor görünüyor. Şiddetsiz, sağlıklı, sevgi-saygı dolu günler dileklerimle… (İA/HK)