Fotoğraf: Marmaris / Sabri Kesen / Anadolu Ajansı
Her yıl Ekim ayının ilk pazartesi günü, bütün ülkelerin mimarlık örgütlerince Dünya Mimarlık Günü olarak kabul edilmiş. Her yıl mimarlık günü dolayısıyla düzenlenecek etkinliklerin ana konusunu da Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) belirliyor.
UIA’nın 2014 yılında belirlediği konu “Sağlıklı Kentler, Mutlu Kentler”di.
Özellikle 1980 sonrası başını alıp giden küreselleşmeye koşut kentsel gelişim sürecinde azmanlaşan kentler ne kadar sağlıklıydı? Hindistan’da, Brezilya’da, Filipinler’de veya Endonezya’da milyonların üst üste yaşadığı gecekondularda sağlık koşullarından söz edilebilir miydi? Silahlı güçler tarafından bombalanan, yıkılan, yakılan, boşaltılan, göçe zorlanan kentlerin olduğu bir ortamda mutluluktan söz edilebilir miydi?
Bırakın “geri kalmış” ülkeleri, en “uygar” diyeceğiniz ülkelerin gökdelenlerle donatılmış megakentleri ne kadar sağlıklıydı? Böylesi kentlerin yoksul kesimlerini, sokakta yaşayanları görmezden gelmek mümkün müydü?
2014 Mimarlık Haftası’nda konuşulanlardan, yazılanlardan geriye pek bir şey kalmış gibi görünmüyor. Belki bu konuda “farkındalık” yaratılmasına sınırlı bir katkısı olmuştur diyelim. Ama bugün yaşanan salgın ortamında kentleşme, kentsel büyüme, metropolleşme, nüfus hareketleri ve benzeri konuların önemi daha açık bir biçimde ortaya çıktı.
Dünyada ve ülkemizde koronavirüs salgınına ilişkin verilen rakamlar, ilk bakışta salgının büyük kentlerde yoğunlaştığını gösteriyor. Kuşkusuz şu anda acil ve önemli olan, tıbbi açıdan yapılacak müdahalelerdir. Ancak salgının küresel bir felaket halini almasına yol açan toplumsal nedenleri irdelemenin mutlaka yararı olacaktır.
Salgının sıradanlaşması tehlikesi
Salgının boyutları ve yayılma süreci üzerinde konuşmak için şu an elimizde sadece resmi kaynakların açıkladığı rakamlar var. Her gün önünüze bir skor tablosu gibi konulan rakamlardaki bir sayılık her artışın ölen, hastalanan, salgınla başa çıkmaya çalışan, yaşam mücadelesi veren bir insana ait olduğu neredeyse unutuluyor.
Giderek salgının sıradan bir olay gibi görülmesi tehlikesi söz konusu. En azından salgında yitirdiklerimizin adlarını bilmek, hastalık hikâyelerini öğrenmek böyle bir sıradanlaşmayı bir ölçüde engelleyecektir. Örtülü bir sansür var gibi, VİP diyebileceğimiz bazı isimlerin dışında salgının “etkisiz hale getirdiği” binlerce insanı kamuoyu bilmiyor.
Açıklanan resmi rakamlar gerçek durumu ne kadar yansıtıyor? Bu rakamlar kesine yakın değerlendirmeler yapmaya uygun değil. Her şeyden önce Türkiye için konuşalım; taramanın / test sayısının nüfusun tamamını, hatta anlamlı bir örneklem topluluğunu yansıtmadığı açıkça görülüyor… Öte yandan Türkiye ve diğer bazı ülkelerde gerçek rakamların açıklanmadığı kuşkuları var.
Ne olursa olsun, bütün tahkike muhtaç yanlarına karşın açıklanan sayısal bilgiler salgının metropollerde yoğunlaştığını gösteriyor. Salgın, kentsel yaşam koşullarının diğer yerleşmelere göre daha “gelişmiş” olduğu bilinen ve kaçınılmaz olarak yoksul “çöküntü” alanlarını da içeren kentlerde yoğunlaşıyor. Bu durum, “sağlıklı kentler” kavramının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor.
Kuşkusuz salgın sürecinde bundan sonraki aşamaların nasıl bir tablo ortaya koyacağını da görmek gerekiyor. Örneğin Hindistan’da Bombay’ın gecekondu yerleşmelerinde bir patlama yaşanabileceği tahminleri var.
İlginç, siz de izlemişsinizdir, Hindistan’da sokağa çıkanları polis uzun sopalarla döverek evlerine yolluyordu. İyi de oralarda insanların önemli bir bölümü zaten sokaklarda yaşıyor, evleri yok. Evleri olanların da oturduğu yerlerde koşullar sokaklardan daha kötü.
"Bize ne Hindistan’dan" demenin anlamı yok. Zira günümüzün hareketli dünyasında mutlaka ucu size de dokunacaktır. Küreselleşmenin bir olumsuz sonucu da bu.
Kentlerde yoğunluk, sıkışıklık ve hareketlilik
Nüfusun çok olduğu yerde elbette vaka sayısı da çok olacaktır diyebilirsiniz. İstanbul, İzmir, Ankara’nın ilk sıraları alması bu bakımdan şaşırtıcı değil. Vakaların bu illerdeki ilçelere dağılımına baktığınızda ise “nüfus yoğunluğu” kavramı, yani kilometrekareye düşen nüfus sayısı daha anlamlı oluyor. Genellikle nüfus yoğunluğunun fazla olduğu ilçelerde vaka sayısı genel ortalamanın üstünde görünüyor.
Örneğin İstanbul genelinde nüfus yoğunluğu, yani kilometrekareye düşen insan sayısı 2.842 olarak verilmiş. Ancak bazı ilçelere bakınca bu rakam şöyle değişiyor: Güngören 41.349, Bayrampaşa 30.526, Şişli 27.982, Tuzla 1.938, Beykoz 801 ve Şile 47.
Türkiye’nin diğer kentlerinde yoğunluk İstanbul’un çok altında. Örneğin Kocaeli 549, İzmir 351, Ankara 212. Yoğunluğun en düşük olduğu iki il Artvin 23 ve Tunceli 11.
Salgından en fazla etkilenen dünya kentleri içinde bazılarının nüfus yoğunlukları ise şöyle: New York 10.724, Londra 5.364, Vuhan 5.187, Madrid 5.294. Sanırım Türkiye’den ve yabancı ülkelerden verdiğimiz bu yoğunluk bilgileri, söz konusu kentlerdeki vaka sayıları ile karşılaştırıldığında bazı genellemeler yapılabilir.
Nüfus yoğunluğu ile salgın bağlantısının daha ayrıntılı ele alındığı çalışmalarda “sıkışıklık endeksi” değerleri kullanılıyor. Örneğin Prof. Dr. Onur Başer, salgına ilişkin yorumlarında bu sıkışıklık endeksine referans veriyor. Endeks, kentin belirli bir noktasında oturan bir kişinin, çevresindeki bir kilometrekarelik alanda kaç kişiyle birlikte yaşadığını gösteriyor.
Prof. Dr. Başer örneğin İzmir genelinde ortalama sıkışıklık endeksinin 4.000 olduğunu ama bunun Karabağlar’da 27.000’e çıktığına işaret ediyor. İstanbul’da ise sıkışıklık endeksinin en yüksek olduğu bölge 63.000 rakamıyla Esenler ve bu New York’tan 5 kat fazla bir sıkışıklığı gösteriyor. Başer, salgına karşı mücadelede, eldeki olanakların rasyonel kullanılmasını, alınacak acil önlemlerin sıkışıklık endeksinin yüksek olduğu bölgelere yönlendirilmesini öneriyor.
(Prof. Dr. Onur Başer’den söz etmişken, Nisan başında yaptığı cesur açıklamalarıyla şimşekleri üzerine çektiğini, iktidar yandaşları tarafından yalan haber yaymakla ve ülke karşıtı karalama kampanyasına alet olmakla suçlandığını ekleyelim.)
Kentlerde nüfus yoğunluğu ve sıkışıklık endeksi ile birlikte dikkate alınması gereken bir konu da “hareketlilik” olmalı. Özellikle büyük kentlerde, trafik yoğunluğunu ve bu arada toplu ulaşım araçlarında temas olasılığını artıran önemli bir hareketlilik yaşanmakta. Oturulan konut ile çalışılan işyeri arasındaki uzak mesafelerin bu hareketliliği kritik düzeylere yükselttiği bir gerçek. Kent plancılarının ele aldığı konulardan biri de bu hareketliliğin optimizasyonuna yöneliktir.
Kentler bugün ne düzeyde planlanıyor? Bu, başlı başına bir tartışma konusu. Ama yine de soralım. Örneğin kentlerin, nüfus yoğunluğunu azaltacak, yoğunluğu kent ve ülke düzeyine yayacak biçimde gelişmesi sağlanamaz mı? İşyeri - konut arası zorunlu yolculuğu azaltacak önlemler alınamaz mı? Haklısınız, o zaman galiba rejimin adı değişiyor.
Bir bilim dalı olarak “nüfus etütleri”
Salgına ilişkin rakamları tüm ülke nüfusu ile ayrı ayrı kentlerin ve kent parçalarının nüfusları ile ilişkilendirerek okumak, yorumlamak denildiğinde akla “nüfus etütleri” bilim dalı geliyor. Sanırım bu konudaki tekniklerin öğretildiği ve kullanıldığı akademik alanlardan biri “nüfus etütleri.”
Hacettepe Üniversitesi’ne bağlı Nüfus Etütleri Enstitüsü geliyor akla. Elli yıl önce Nusret Fişek’in yöneticiliğinde kurulduğunda Ankara’da öğrenci çevrelerinin yakın ilgisini çekmişti. Yanılmıyorsam Amerika’dan sağlanan geniş bir bütçesi vardı ve öğrencilere bol keseden burs veriyordu.
Enstitü kısa sürede “profesyonel” öğrencilerin ilgi odağı olmuştu. İki yıllık eğitim süresince aylık 1.200 TL burs veriliyordu. O yıllarda asgari ücretin aylık 585 TL, kredi ve bursların genellikle 350 TL dolayında olduğunu düşününce iyi bir paraydı. Enstitüden aldığı bursla ev geçindirenler bile vardı.
Enstitüye yazılanlar arasında kimler yoktu ki. (Örneğin İlber Ortaylı’nın bile burada okuduğunu hatırlayanlar var. Ortaylı’nın her ay aldığı burstan arttırdığı parayla ikişer Cumhuriyet altını aldığını anlatıyorlar.) Ancak enstitüde okuyanların hatırı sayılır bir bölümü daha sonra bu alanda çalışmadılar. Zaten zorunlu hizmet filan söz konusu değildi. Sonradan enstitünün topladığı ham bilgileri Amerika’ya aktardığı gerekçesiyle suçlandığını da ekleyelim.
O tarihlerde enstitünün daha çok doğum kontrolüyle uğraştığı söylenirdi. Bugün enstitünün sağlıkla ilgili konuları da kapsayan demografik çalışmalar yaptığını ve bu alanda lisans sonrası eğitim vermeyi sürdürdüğünü görüyoruz. Belki üniversitenin ilgili diğer bölümleriyle de ilişkili olarak günümüzdeki salgın üzerine ayrıntılı çalışmalar yapabilirler.
TÜBİTAK’ın proje çağrısı
Geçtiğimiz ay TÜBİTAK’ın yaptığı bir proje çağrısı umarım akademik çevrelerde, araştırmacılar arasında gereken ilgiyi görmüştür. Çağrıda, “küresel salgının etkilerinin sosyal, beşeri bilimler yönünden incelenmesi ve çözüm önerilerinin geliştirilmesi için araştırma yapanlara destek verilmesinin kararlaştırıldığı” belirtiliyordu. TÜBİTAK’ın duyurusunda şöyle deniliyordu:
“Tıbbi yaklaşımların yanı sıra sosyal ve beşeri bilimlerin, salgının tetiklemiş olduğu problemlerin ele alınması ve çözümünde ciddi katkıları olacağı değerlendirilmektedir. Küresel salgını daha iyi kontrol etmek ve etkilere karşı hazır olmak için acil sağlık durumlarının sosyal bağlamlarının da ortaya konulması gerekmektedir. Bundan dolayı, bu salgının mevcut ve gelecekteki etkilerinin sosyal ve beşeri bilimler perspektifinden araştırılmasına ve süreçlerin daha etkin yönetilmesi ve kaynakların daha etkin planlamasına yönelik özel bir çağrıya çıkılmasına karar verilmiştir.”
İncelenmesi, araştırılması, çözüm önerileri geliştirilmesi istenilen çok sayıda konu arasında, “salgının yerleşme birimleri üzerindeki etkisi, salgınla mücadelede kentsel yaşam kalitesinin sağlanması” da bulunuyor. Ayrıca “salgın yayılımı ile ilgili genel ve bölgesel tahmin çalışmaları, farklı politika yaklaşımlarının analizi” konularının da ele alınması bekleniyor.
Proje önerileri için 200.000 TL’ye kadar parasal destek sağlanacağı belirtilen çağrıda son başvuru tarihi 4 Mayıs olarak verilmişti. Bu süre içinde ne kadar başvuru yapıldığını doğrusu merak ediyorum. Dilerim, bu kapsamda yapılacak araştırmalar salgın konusundaki çalışmalara olumlu katkılar getirsin.
“Yapılı çevre tasarımı ve halk sağlığı”
Yaşadığımız salgın ortamında, kentleşme ve sağlık politikalarının birlikte tartışılması amacıyla Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Tabipler Odası ortaklaşa bir makale yarışması düzenledi. Yarışmanın ana başlığı “Kentler ve Salgın İle Mücadele: Yapılı Çevre Tasarımı ve Halk Sağlığı” olarak belirlenmiş.
Yarışma duyurusunda, salgının halk sağlığı açısından hazırlıksız yakaladığı kentlerde; yapıların, mahallelerin ve yapılı çevrenin tamamında mevcut durumun, halk sağlığını doğrudan etkilediği anlatılıyor. Yarışmanın, bu konuda kolektif bir fikir üretimi sürecini organize etmeye yönelik olduğu belirtiliyor. Yarışmanın amacı özetle şöyle tanımlanıyor:
□ Mekânsal planlama ve tasarım disiplinleri içinde kentlerin, mahallelerin ve yapıların halk sağlığı açısından yeniden nasıl ele alınabileceğini tartışmak
□ Sağlıklı ve yaşanabilir mekânların herkesi kapsayan ve herkes tarafından hakça erişilebilir olmasını sağlayacak kentsel ve mimari müdahalelerin neler olabileceğini sorgulamak
□ Bunlara ilişkin eleştirel ve yaratıcı fikirlerle alternatif bakış açılarını ortaya koymak.
Yarışmaya Mimarlar Odası üyeleri ve mimarlık öğrencileri katılabiliyor. Gönderilecek makalelerin ilgili diğer disiplinlerle ortak çalışma ürünü olmasının istendiği yarışma hakkında ayrıntılı bilgiye makale.mimarlarodasiankara.org adresinden ulaşılabiliyor. Yarışmanın ilk aşamasında makale özetlerinin 5 Haziran gününe kadar gönderilmesi gerekiyor. Seçilen makaleler, bu yılın 5 Ekim Dünya Mimarlık Günü’nde açıklanacak.
Mimarlar ve tabipler, bu yazıda anlatmak istediklerimizi çok daha yaratıcı bir biçimde tartışmanın yolunu açıyorlar. “İyi ki Ankara’da mimarlar ve tabipler var” diyelim.
Ümitli misiniz?
Söylenilenler çözüm getirmez, daha köklü girişimler gerekir diyebilirsiniz. Bunlar en azından “farkındalık yaratan”, ipuçları veren çalışmalardır… Bunun ötesi elbette iktidarların uygulayacağı, muhalefetin zorlayacağı sağlık politikaları, kentleşme politikaları.
“Salgından sonra hiçbir şey aynı olmayacak” deniliyor. Bilmiyorum siz ümitli misiniz? Hele iki günlük sokağa çıkma yasağından sonra çarşı pazarı dip dibe dolduranları görünce ne demeli acaba? Belki onları hizaya getirip sosyal mesafeyi korumalarını sağlayabilirsiniz de, Trump ve benzeri “muktedir”lerin salgına ilişkin söyledikleri ve yaptıkları karşısında insan iyimser olamıyor. (AŞ/AÖ)