Tıbbiyeye adımımı 12 Eylül faşizminin bir buldozer gibi ülkemin tüm güzelliklerini, aydınlık geleceğini tahrip etmeye başladığı günden üç gün sonra attım. Günde birkaç saatimi tıbbi okuma-inceleme-araştırmalara ayırdığıma göre aslında hala 37 yıllık kıdemli bir tıp öğrenciyim.
Kısa sayılmayacak bu öğrencilik yaşamımın bana öğrettiği en önemli ve Hipokrat’tan beri tıbbın temeli olan kural “Primum non nocere: Önce zarar verme” ilkesidir. Yani canlı bir organizma olan insan zararlılardan (dış-iç ortam hava kirliliği, sigara, çalışma ortamlarındaki maruziyetler vb.) mutlaka bir şekilde etkilenir; er ya da geç, bazen bu etkilenmenin sonuçları dakikalar, saatler içinde görülürken bazen de 40-50 yıl sonra bile görülebiliyor.
Bunun yanında sağlığın sosyal belirleyicileri dediğimiz yaşam koşulları (düzgün ve dengeli beslenme, temiz su, gelir durumu vb.) ruhsal ve sosyal değerler de vücut bütünlüğünün sağlıklı bir şekilde devamında oldukça önemlidir. Yani hastalıkların ortaya çıkmasında “fiziko-biyo-kimyo-psiko-sosyo” faktörlerden biri ya da bir kaçı mutlaka vardır.
Bir insanın organ ve sistemlerinin düzenli işleyişinin diğer bir vazgeçilmezi adalettir. Her bir organ ve sistem göreceği işlevi kadar büyür ve üzerine düşen fonksiyonları yerine getirir. Sağlıklı giden bir bünyede yukarıda bahsedilen nedenlerden biri ya da bir kaçının dürtüsüyle organlardan herhangi birindeki hücre ya da hücreler kümesinin “hep bana” hesabıyla büyümeye, çoğalmaya, üremeye, görevli olmadığı organ ve sistemlere yayılmaya, onların işlerine karışmaya kalkması bir neoplazm yani kanserleşme olayıdır.
İnsan organizmasında muhteşem bir kuvvetler ayrılığı vardır. Dolaşım sisteminin motor gücü olan kalbin işlevini sinir sisteminin motor gücü olan beyin yapamaz. Ya da sindirim sisteminin ana kumanda merkezi olan karaciğerin görevlerini solunum sisteminin merkezi olan akciğerler yerine getiremez. Bu organ ve sistemlerdeki hücre ya da hücre kümelerinin kendilerine verilen “arpalıklarla” aşırı güçlenmeleri Latince adı anarşi-kaos olan kanserleşmeleri; vücudun dengesini sağlaması gereken adalet ve savunma mekanizmasını işlevsiz hale getirerek tüm gücün tek elde toplanmasına yol açar.
Vücudun sağlıklı yaşamını sağlayan adil ve dengeli bölüşümün kaynağı olan kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması, diğer organ ve sistemlere doğru yayılmacı bir politika izlenmesi, onlara yaşam hakkının verilmemesi aslında bünyenin tümden iflasına giden sürecin başlangıcıdır.
Sosyal yaşamda “hep bana” şeklindeki “kuvvetler birliği” mantığı toplumsal organizmada bir kesimin kontrol edilemez şekilde ciddi büyümesine, diğer kesimleri baskı altına almasına, bu da toplumun tümünde bir vücut ateşi yükselmesine, huzursuzluklara, toplumun tümünü ciddi bir şekilde etkilenmeyle sonuçlanacak kaotik oluşumlara neden olur.
Adalet hem insan organizmasının hem de toplumsal yapının temel direğidir; vücudun bağışıklık sistemi, toplumun denge mekanizmasıdır.
Son yıllarda toplumsal yapımızda adaletteki yıpranmanın oluşturduğu travmaların insan sağlığı üzerindeki etkilerini her gün yüzbinlerce kişiyle birebir karşılaşan, en yakın gözlemcileri biz sağlıkçılarız. İnsanlarda oluşan çaresizliklerin yol açtığı intiharlar, işi gücü elinden alınmış olan kişilerin son çare olarak kendilerini açlık grevi gibi geri dönüşü olmayan uçurumların kıyısına kadar getirebilmeleri hemen her gün şahit olduğumuz olgulardır.
Gelir dağılımındaki dengesizliklerin daha da uçurumlaşması, insanların adeta ölüme terk edilmelerini içleri kan ağlayarak “izleyen” en canlı tanığı biz hekimleriz. Bu gözlemlerimizi dillendirdiğimizde, ülkenin belli toplum kesimlerinin ya da bölgelerindeki eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, toplumsal travmaları dile getirdiğimizde yine en çok suçlanan, işinden gücünden edilen meslek gruplarının başında da duyarlı sağlıkçılar gelmektedir.
TTB Merkez Konseyi ile 23 Haziran 2017’de değişik illerden gelen hekimlerle beraber “Adalet Yürüyüşü”ne katıldım. O kadar iyi geldi ki…
Kortizon dahil kanser ilaçlarıyla ancak kontrol altında olan bir romatoid artritli olarak iyi bir spor ayakkabısı giymiş olmama rağmen benden en az 10-15 yıl biyolojik yaşı fazla olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun hızına yetişmekte zorlansam da bu bir günlük yürüyüş çok iyi geldi...
Giderek her biri bir kabusa dönüşen akıl almaz adaletsizliklerin ülkemi içine düşürdüğü çıkmaz yolun sadece beni endişelendirmediğini, çok farklı toplum kesimlerinden gelen, farklı düşüncelerde olması muhtemel ancak her birinin yüzünde başka başka evlat, kardeş, dost, arkadaş, yoldaş acılarının okunduğu binlerce insanla dağ-bayır aşarken en sık söylenen “HAK-HUKUK-ADALET” sloganını avazım çıktığı kadar bağırmak gerçekten de çok iyi geldi…
Adalet Yürüyüşü’nün ülkemde adalet tesis edilinceye kadar, haksız, hukuksuz, sorgusuz-sualsiz aylarca süren tutukluluk halleri bitinceye, kuvvetler ayrılığı tekrar tesis edilinceye, OHAL karabasanı sona erinceye, kapitalizmin körüklediği kardeş kavgaları bitinceye kadar devam etmesi çok mu zor? Bu ivme toplumun çoğunluğunu kapsayacak şeklide genişletilemez mi?
Toplum bilimci ya da siyasetçi değilim, ancak bir sağlıkçı olarak ülkemin sağlığının iyi olmadığını, giderek kötüleştiğini görüyorum, yaşıyorum, acı çekiyorum...
Her şeyin tek kişide toplandığı bir kuvvetler birliğinin sağlıklı olmadığını, 37 yıldır insan okuyan bir sağlık-bilim-eğitim emekçisi olarak biliyorum.
Bu sistemdeki motor güç beyin de olsa “ben kalbim”, “akciğerim”, “karaciğerim” demeye kalkarsa bir değil ülkemde onlarca kanser kümeleşmeleri oluşacağını, ülkemin geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde bu Ortadoğu bataklığının yeni alanı haline geleceği endişesi taşıyorum.
İşte adalet yürüyüşü bu endişelerimi bir nebze de olsa hafiflettiği için, endişe edenin sadece ben olmadığımı bana gösterdiği için çok iyi geldi; iyi ki katılmışım, iyi ki yürümüşüm diyorum; kesinlikle size de öneririm… (İA/EKN)