Bu hafta Van ve Erciş'te yaşanan depremin sağlık boyutunu ele alan bir yazı yazacaktım. Türk Tabipleri Birliği ve SES bölgeye gönderdiği temsilcileri tarafından hazırlanan raporlarla durumu, eksiklikleri ve olması gerekenleri çok net olarak ortaya koydu. Kimsenin bu saptamalara kulak asmayacağını biliyorum ama yine de medyanın bunları topluma duyurması gerektiğini biliyorum.
Van Belediyesi'nin deprem bölgesi için gereksindiği nitelikli iş gücü için yapmış olduğu çağrı da bu saptamaların çok yerinde doğru olduğunu gösteriyor.
Bu çağrıda gereksinim duyulan insan gücüne ve niteliklerine bakıldığında, depremi yaşayanların aslında devlet eliyle sağlanması gereken sağlık gereksinimlerinin hâlâ sağlanamadığı ortaya çıkıyor. Belli ki devletin onca "gücü"ne karşın böyle bir "derdi" yok!
Devletin "derdi" ne?
Devletin böyle bir "derdi" olmadığını gösteren somut bir olgu da 3 Kasım 2011'in ilk saatlerinde bir "gece yarısı" kararnamesi olarak Resmi Gazete'de yayınlanan; uzun süredir "çıktı, çıkacak" denen, belli ki ülke gündemi nedeniyle sürekli ertelenen, Sağlık Bakanlığı'nın hizmetlerini baştan aşağıya yeniden düzenleyen, yasa niteliği ve etkisine sahip olan, "Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname"dir..
Bayram arifesinde yaşanan bu gece yarısı müdahalesi ile ülkedeki sağlık organizasyonu, devlet tarafından sunulan hizmet tümüyle değiştiriliyor.
Benzer beş kararnameyle birlikte yayınlanan bu "kararname" ile, Sosyal Güvenlik Kurumu, Aile Hekimliği uygulamalarını destekleyecek şekilde, sağlığın özelleştirilmesi sürecindeki son dönemeç de geçilmiş oluyor.
Bu kararname yurttaşların sağlığından artık devletin sorumlu olmadığını ortaya koyuyor.
Kararnamenin temel noktalarına geçmeden önce, bu çok önemli ve temel düzenlemenin bir "kararname" olarak düzenlenmesine değinmek gerekiyor. Çünkü bu durum, AKP Hükümeti'nin yönetim ve yönetme algı ve anlayışının, dolayısıyla "demokrasi"ye dair tutumunun çok önemli göstergelerinden birisi.
Madde 146/1'e girer mi?
Eski ceza yasası halen geçerli olsaydı ve bunu bir seçilmiş hükümet değil de "sivil" birileri talep etmiş ya da yapmaya teşebbüs etmiş olsaydı, bu yasanın 146/1. maddesi gereğince "idam" talebiyle yargılanırdı. Bu yasayı desteklediğim ve önerdiğim sanılmasın, yalnızca bu değişikliğin ne anlama geldiğini ortaya koymak için bu benzetmeyi yapıyorum. Benzerliğe siz de şaşırmayın; o yasa aynen şöyle diyordu o zaman:
"Madde 146 - Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler, idam cezasına mahkûm olur."
Kararnamenin neden burada söylenenlere koşut olduğunu da açıklayayım:
Mevcut anayasada da görüleceği ve herkesin bildiği üzere, demokrasilerin temel kurallarından birisi de "kuvvetler ayrılığı"dır.
"Yasama" gerekli kanunları yapmakla görevlidir. "Yürütme" bu kanunlar çerçevesinde ve aynı doğrultuda üzerine düşen görevleri yerine getirir. "Yargı" ise hem yasamanın hem de yürütmenin yalnız yasalara değil, aynı zamanda "hukuka" da uygunluğunu denetler. Hukukun üstünlüğünü temel alan bir demokraside ve geçerli anayasa kurallarına göre üzerinde durduğumuz "temel" budur.
Şimdi bu "doğru"ların ışığında olana bakalım bir de:
Yürütme bazı konularda üzerine düşen görevleri yerine getirebilmek için gerekli düzenlemeleri yapmak üzere meclisten geçirdiği 3.5.2011 tarih ve 6223 sayılı kanunla bir özel yetki alıyor.
Yasama organı tarafından verilen bu yetki içinde Sağlık Bakanlığı Teşkilatı ve Türk Tabipleri Birliği Yasası dahil, diğer tıp meslek birlikleri yasaları ile ilgili herhangi bir düzenleme yapma yetkisi bulunmuyor. Kaldı ki bunlar da o yetki yasasında bulunsa bile, kanun yapmak için yeterli çoğunluğa sahip bir partinin hükümetinin, kendini "yasama" organının yerine koyması çok anlaşılır değil.
İktidar ama muktedir değil mi?
O zaman yapılan düzenlemenin yalnız muhalefettekiler değil, kendi partisinin milletvekillerince bile bu düzenlemelerin desteklenmeyebileceği olasılığı akla geliyor.
Yasalar ülkede yaşayan herkesi ilgilendirdiği ve tüm toplumu etkileyeceği için yasama organında yalnız iktidar partisi değil, mecliste temsil edilen diğer partilerin milletvekilleri tarafından da desteklendiği ve kabul gördüğü zaman meşru sayılır.
Bunların dışında yasama görevinin bir başka unsuru daha vardır ki bu da yasa hazırlama ve yasalaştırma sürecinde toplumun bilgilenmesinin, katkı ve katılımının katılmasıdır. Yasam faaliyeti sırasında kamuoyu ve toplum konudan haberdar olur, tutum ve tepkisini henüz yasalar oluşmadan ortaya koyabilir. Kararnamelerde ise böyle bir durum söz konusu değildir.
Tüm bunlar mevcut AKP hükümetinin demokrasinin bu temel kurallarını da dikkate almadığını göstermektedir. Böyle davranmakla aslında, "kuvvetler ayrılığı"nı temel alan devlet düzenin bir bölümü "tağyir" (eski dilde değiştirme, başkalaştırma, bozma) ve "tebdil:" (eski dilde değiştirme) edilmiş; daha da ötesinde yasama yetkisine sahip meclisin bu hak ve görevi tümüyle "ilga" (eski dilde ortadan kaldırma) edilerek elinden alınmış olmaktadır.
Üstelik söz konusu eski ceza yasası, bunları gerçekleştirmeyi değil, gerçekleştirmeye "teşebbüsü" (eski dilde girişim) yani yeltenmeyi suç sayarak, bu yaptırımı öngörmüştür.
Şu anda söz konusu kararname ile bunların hepsi teşebbüsten öte gerçekleştirilmiş bir durumdur. Bunun mevcut ceza yasasında bir hüküm olarak yer almaması ve somut yaptırımının olmaması bunun adını ve ortaya çıkarttığı sonucu değiştirmez.
Sağlığa erişim ve yararlanma hakkı
Mevcut AKP hükümeti, almadığı bir yetkiye yayınladığı 663 sayılı kararnameyle, bu ülkenin tüm vatandaşlarının anayasa, yasalar ve uluslararası sözleşmeler tarafından l bir hak olarak tanımlanmış olan sağlık hizmetlerine ulaşma ve yararlanma hakkını ortadan kaldırmaktadır.
Çünkü bu kararname kamu sağlık kurumlarını, "hastane birlikleri" adı altında "özel kurum"lara çevirmektedir. Çünkü bu kararname Sağlık Bakanlığı'nın toplumun sağlıklılığını koruma ve sürdürmekle ilgili görevlerini tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Çünkü bu kararname sağlık hizmetlerini yalnızca bir karşılık ödendiği zaman ulaşılabilen ve yararlanılabilen bir hale dönüştürmektedir.
Bunun nasıl gerçekleşeceği ve olası sonuçları ve muhtemelen Anayasa Mahkemesi tarafından bazı hükümlerinin Anayasa, sözleşmeler ve hukukun üstünlüğü ile temel haklara aykırılığı açısından iptal edileceği önümüzdeki günlerde ve dönemde yaşanacaktır.
Baştan aşağı değişim, yetkilerin tek elde toplanması
Kararnamede ilk elde göze çarpan başka önemli noktalar da vardır:
- Bunların başında "temel sağlık hizmetleri" konusundaki hizmetlerin takip ve yönetiminden sorumlu ve görevli bir bakanlık biriminin ortadan kaldırılmasıdır.
- Bunun yerine getirilen "sağlık hizmetleri genel müdürlüğü" asıl olarak bakanlığın yerine getirmek zorunda olduğu görevlerle yükümlü, dolayısıyla aslında fiilen bir yetki ve sorumluluğa sahip olmayan, neredeyse yalnızca bir "danışma" işleviyle yükümlü bir yapı halinde tasarlanmıştır.
- Kamu sağlık kurumlarında çalışan sağlık çalışanlarının istihdam şekillerini, devlet hizmetinin sürekliliğini ortadan kaldıracak şekilde değiştirerek sözleşmeli hale getirilmesi vardır.
- Akademik ilerleme ve liyakatle ilgili olanlar dahil, sağlık alanında hemen her konuda karar verme yetkisi yalnızca bakanlığın (aslında bakanın) uhdesinde toplanmaktadır.
- Hekimlerin mesleki denetim, izleme ve soruşturulması, gerektiğinde çeşitli yaptırımların karar verilmesine dair hak ve yetkisi mevcut TTB Yasası ile meslek örgütlerine verilmiş iken, bu da söz konusu yasa henüz yürürlükte olmasına karşın, bakanlık bünyesinde oluşturulan "Sağlık meslekleri Kurulu"nun yetkisine verilmiştir.
- Aslında sorunlu ve antidemokratik bir karar mekanizması olan Yüksek Sağlık Şurası tümüyle bakanlık erki altında olan bir kurum haline getirilmektedir.
Sağlık tümüyle ticaretin bir uygulama alanı
- Ayrıca tıbbi köyü uygulama ve sağlık hizmeti sırasında yaşanacak olumsuzluklar ve bundan doğan mağduriyetlerin varlığında bakanlığın belirleyici olduğu bir "uzlaştırma kurulu" ihdas edilerek, bu yapılar aracılığıyla hukuka ve adaletin gerçekleşmesi süreçlerine müdahale edilmektedir.
- Nasıl kurulacağı, kimlerden oluşacağı ya da katılacağı, sekil ve içeriği belirsiz nitelikte, ancak sahip olduığu yetki ve gücü çok fazla olan, "Türkiye Halk Sağlığı Kurumu" ile "Türkiye İlaç ve Tıbbî Cihaz Kurumu" adı altında iki yeni durum oluşturulmuştur.
- "Sağlık Serbest Bölgeleri" adı altında yapılan bir düzenlemeyle sağlık hizmeti tümüyle "ticari bir hizmet" haline dönüştürülmüş olmaktadır.
- Gereken eğitim ve bilgiye sahip olmayanlar dahil, herkesin bakanlık onayıyla sağlık hizmeti sunma, verme yolu açılmakta, bu bağlamda, niteliği ve kuralları tanımlanmadan "yabancı kökenli hekimler ve diğer sağlık çalışanları" sağlık alanında görev yapabilecektir.
- Sağlık Bakanlığı kadrolarında bulunan kişilere zorunlu hizmet karşılığında, diğer hekimlerle eşitsizlik yaratacak şekilde tıp ve diş hekimliği konularında uzmanlık eğitimi yaptırılmasının yolu açılmaktadır.
- Tıp Fakülteleri ile Sağlık Bakanlığı bünyesindeki kurumların birlikte çalışmaları, aynı mekânları kullanmaları ve bakanlık kadrosunda bulunanların akademik kadrolara atanma ve görevlendirilmeleri, akademik ilke ve kurallara aykırı bir şekilde mümkün hale getirilmiştir.
- Yine mevcut tıpta uzmanlık eğitimiyle ilgili düzenlemelerde yer almayan ve yasalar önünde herkesin eşit olduğu temel ilkesine aykırı bir şekilde sözleşmeli aile hekimlerinin bir sınava tabi olmadan aile hekimliği uzmanlığı eğitimi yapmaları hükme bağlanmıştır.
- Halen uzmanlık eğitimi veren kamu sağlık kurumlarında bulunan klinik şefi ve klinik şef yardımcılarının görevleri bu kararnameyle sona ermekte ve bu kişiler bulundukları eğitim hastanelerinde "eğitim görevlisi kadroları"na kazanılmış hak aylık dereceleriyle atanmakta, idari ve klinikleriyle ilgili eğitim dışındaki hak ve yetkileri ortadan kaldırılmaktadır.
İlk elden fark edilen, tüm ayrıntılarına inilmeden yapılan bu ve benzeri değerlendirmelerin ışığında, meclisteki partiler, konunun tüm tarafları ama özellikle de sağlık hizmetine erişme ve yararlanma hakkından vazgeçmeyen tüm yurttaşların demokratik tepkilerini dile getirmeleri, haklarına sahip çıkmalarının demokrasinin bir gereği olduğunu anımsatalım. (MS/HK)