Bir süredir küresel çapta ‘aşırı sağ tehlikesinden’ bahsediliyor, otoriterleşen yönetimler içinde bulunduğumuz krizi de besliyor. Zafer Yılmaz, ‘Sağın Kasveti: Otoriter Liderler ve Çalınan İsyan’ isimli kitabında içinde olduğumuz dönemi “bir tür ara dönem” olarak adlandırıyor. Bu dönemin karakteristik özelliklerinden bahsederken Türkiye’deki ve küresel çaptaki örnekleri inceliyor. Kitabın sonunda ise eşit, demokratik bir toplum yaratabilmek için çözüm önerileri sunuyor.
Zafer Yılmaz, "Sağın Kasveti: Otoriter Liderler ve Çalınan İsyan" adlı son kitabına ilişkin sorularımızı bianet için yanıtladı.
Kitabınızda liberal ütopyanın çöktüğünü, yeninin doğamadığını ve bir ara dönemden geçtiğimizden bahsediyorsunuz. Günümüzde bize liberal ütopyanın çöktüğünü gösteren tam olarak nedir?
Çökmekte olan şeyi adlandırmak ve uluslararası politik düzenin köklü bir dönüşümden geçmeye başladığını vurgulamak için, Sovyetler’in çöküşünden 2008 yılına kadar olan süreci “liberal ütopya” olarak adlandırmayı tercih ettim. Bu düzeni, müesses nizamın liberal temsilcilerinin bu süreçte devlete ve topluma nüfuz edebilme kapasiteleri açısından optimum koşullara sahip olması sebebiyle böyle adlandırmayı tercih ediyorum.
Liberal ütopyanın iktisadi ve siyasi ayağının artık tökezlemeye başladığını veya finans kapitalizminin günümüzdeki biçiminin sürdürülebilirliğinin sorunlu hale geldiğini pek çok yazar halihazırda tartışıyor. Birbirine entegre siyasal, ekonomik ve uluslararası ayaklardan oluşan, mevcut küresel düzenin nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve çöküş içerisine girdiği ise yeterince tartışılmış değil. Bu bağlamda çöküş demek mutlak anlamda bir çöküş anlamına gelmiyor, bu oldukça açık uçlu bir süreç. Sürecin sonunun nasıl olacağını eski ve yeni arasındaki kavgayla belirlenecek. Bu düzenin çökmekte olduğunu görebileceğimiz en temel yerlerden bir tanesi siyasi partilerin geçirdiği dönüşüm. Merkez siyasal partilere üyelik oran sayılarının düşmesi, merkez partilerin temsil kapasitelerini yitirmeye başlamaları önemli bir gösterge. Almanya’da; CDU, SPD, İngiltere’de; İşçi Partisi, Muhafazakâr Parti gibi var olan siyasal uluslararası düzenin taşıyıcılığına soyunmuş partilerin toplumla ve seçmen kitleleriyle aralarındaki bağlarının zayıfladığını görüyoruz. Bir diğer gösterge ise bu partilerin devletle bütünleşmeye başlamaları. Ayrıca bu partilerin kendi içlerinden sistem karşıtı alternatif partileri veya aktörleri üretmeye başlaması da önemli göstergelerden biri.
Kitabınızda canavarlar figürünün sosyal bilimlerde anlaşılmayan şeyler için sıkça kullanıldığını ve bilinmeyen, korkulandan ibaret bir kavrama dönüştüğünü söylüyorsunuz. Canavarların tanınmayı da istediğini ekliyorsunuz. Günümüzün canavarları nelerdir ve onları nasıl algılamalıyız?
Kitabın girişinde bahsettiğim gibi tanımlanamaz olanı canavarlaştırma, ondan büyük bir korku ve kaygıyla bahsetme haline, aynı zamanda ona karşı hemen harekete geçmemiz gerektiğine dair bir söylem eşlik ediyor. Çağımızın bilimsel ve entelektüel ufkunun üzerine dayandığı kavramsal çerçeve, temelde bu canavarları bir tür popülizm başlığı altında adlandırarak onları bir tür patoloji ve sapkınlık olarak görüyor. Bu yapı ve aktörlere liberal değerlerden ve ilkelerden sapan, disipline edilmesi gereken, tekrar merkeze çekilmesi gereken partiler veya kişiler gözüyle bakılıyor. Yaşananları anlamamız için yeni bir görme ve anlama biçimi geliştirmemiz gerekiyor ve bunun için de yeni bir kavram setine ihtiyaç duyuyoruz. Mevcut kavram setini bütünüyle reddetmek değil, geçmişin anlama tarzlarına yeniden dönerek, eskilerin kavramlarına eleştirel bir bakış atarak ve de yeni kavramlar türeterek meseleye yeniden yaklaşmamız gerekiyor. Basitçe bunlara popülizm, faşizm demek meseleyi çözmediği gibi, sorunu da ortadan kaldırmıyor.
Türkiye’nin çöken liberal ütopyada ve yükselen plebister demokraside dünyaya teşkil edecek bir örnek olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye örneğini nasıl anlamalıyız, Türkiye’nin yönetim biçimini nasıl yorumlamalıyız?
Türkiye’de doğmakta olan rejim biçiminin özgünlüklerini anlama gayreti gerçekten çok ihmal edilmiş durumda. Türkiye, karşılaştırmalı siyasetin güncel alet çantasıyla hikayeleştiren bir ülke. Bu anlatıların “muhalif ama aynı zamanda hegemonik” bir perspektif haline geldiğini düşünüyorum. Türkiye özgün bir model oluşturmaya başladı ve de son rejim değişimiyle bu modeli somutlaştırdı da. Bu rejim biçimi klasik anlamdaki başkanlık rejiminden ve melez rejim olarak adlandırılan rejimlerden oldukça farklı özellikler sergiliyor. Bu özgünlük aynı zamanda diğer otoriter liderler tarafından da keşfedilmiş durumda.
Orban ve Trump gibi siyasi liderler özel olarak Türkiye’yi takip ediyor. Oralarda hukuki reformlar, anayasa reformları söz konusu olduğunda bu reformların Türkiye’de nasıl olduğunu, yargıya karşı hangi stratejik hamlelerin yapıldığını öğrenmeye çalışıyorlar. Türkiye elbette kendine has ve özgün dinamiklere sahip ama Türkiye’deki rejimi inşa eden ve önünü açan dinamikler aynı zamanda küresel veçhelere de sahip. Bu dinamikler açısından Almanya, Amerika, Macaristan gibi yerlerle arasında kuvvetli paralellikler var. Bu paralellikler rejim modelinin bir yerden bir yere doğru taşınmasına ve taşınabilir hale gelmesine ve diğer toplumların olası istikametlerinin ne olabileceğine dair de bize bir şeyler söylüyor. Yasama ve yürütmeye oranla güçlenen yürütme erki, nötralize edilmiş bir siyasi yasama ve güçsüzleşen, kurumsuzlaşan lider partileri ve de plebisite yani lidere onay vermeye ve ya reddetmeye dönüşen seçimler bu modelin merkezinde yer alıyor. Örneğin Türkiye’deki seçimler tümüyle Erdoğan’a karşı veya taraf olmaya dönüşmüş durumda.
Bu sistem çok kısaca söylersek temelde devlet otoritesinin kişiselleşmesine dayanıyor. Yeni rejim, aynı zamanda güçlenen ve merkezîleşen yürütme etrafında, devlet bürokrasisinin yönetici konumlarının, başkana yakın topluluklar, çevreler, tarikatlar ve ağlar arasında parsellenmesini içeriyor. Bununla birlikte, mevcut rejim modeli. yargının siyasallaşması ve siyasetin yargısallaşmasının içe içe geçmesine dayanıyor ve seçimlerin doğasının bir tür dönüşümüne yaslanıyor. Seçimlerin doğasının ne yönde dönüştüğünü ve nasıl bir kurumsal çerçevede vuku bulduğunu çok iyi anlamamız lazım. Bu anlamda Türkiye’yi okuyarak dünyaya dair çok şey öğrenebiliriz diye düşünüyorum.
Kitabınızda “aşırı sağın ana akımlaşmasını kolaylaştıran temel unsur, merkezin bundan otuz yıl öncesine kıyasla pek çok konuda aşırı sağ olarak görülebilecek bir siyasal tutumu halihazırda almış olmasıdır” iddiasında bulunuyorsunuz. Bu 30 yıl içerisinde merkezin bu dönüşümünün sebepleri nelerdir, bu dönüşümlerin göstergeleri nelerdir?
Batı’da 90’ların başından 2000’lerin ortasına kadar, hatta bugüne de devam eden temel hakim siyasal çerçeveye bakarsanız; siyasetin önemli ölçüde teknikleştirildiğini ve bir tür uzman mesleği haline getirildiğini görürsünüz. Bu tür uzmanların kamuyu yönetmekte ehil kişiler olduğu ve siyasetçilerin ise yozlaşmış kişiler olduğu anlayışı siyasal partilerin dönüşümde ve devletle bütünleşmesinde önemli bir rol oynadı. Diğer taraftan da aynı partilerin müesses nizamla iç içe geçmesinin de yolunu açtı. Bunun en temel unsurlarından bir tanesi de tabii ki bu partilerin savundukları ekonomi politikalarında yatıyor. Muhalefetteyken farklı ideolojik pozisyonları savunan ama iktidara geldiklerinde aynı ekonomi politikalarını uygulayan partilerle karşı karşıyayız. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde sosyal demokrasiyi sahiplenen partilerin, neoliberal politikaların doğrudan uygulayıcısı ve taşıyıcısı haline dönüştüğünü görmeye başladık. Bu anlamda partiler arasındaki ideolojik ayrışmanın en azından iktidara geldiklerinde çok net bir şekilde ortadan kalktığını söyleyebilmek mümkün. Bu yönsüzleşme içerisinde 2008 krizinden sonra seçmenlerin önemli bir kesimi sisteme olan güvenini tamamen yitirdi. Parti rejimlerinin daha konsolide olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinde kriz bugüne kadar ertelenebildi. Güney Avrupa’da ise ciddi bir kriz yarattı ve sol popülizmin önünü açtı. İngiltere gibi daha çalkantılı ülkelerde aşırı sağ, giderek daha hızlı güç kazanmaya başladı. Bu yapının içerisinde otoriter liderler ve aşırı sağ partiler için, mevcut dinamiği kendi projelerine kanalize etmek adına büyük bir alan açıldı.
Aşırı sağın yükseldiğini sadece merkez partilerin dönüşümünde değil, yükselen göçmen karşıtlığında, merkez partilerin liberalizmin mottosu olan güvenlik-özgürlük dengesi söz konusu olduğunda güvenlik siyasetini aşırı öne çıkaran hamlelerinde, yürütmenin imtiyaz hakkını aşırı güçlendiren politikalarında, antiterör yasalarıyla yürütmenin yasama karşısında giderek daha fazla kuvvetli hale gelmiş olmasında da görüyoruz. Bir bütün olarak aşırı sağın ideolojik ilkelerinin merkez ve sosyal demokrat partiler tarafından benimsendiğini söylemek mümkün. Bu süreçte eskinin normallerinin ise aşırılık etiketiyle yaftalandığına ve kriminalize edildiğine de tanıklık ettik; sendikacılık, emek hakları, sosyal demokrasinin reform talepleri gibi. Bu dönüşüm, İngiltere, ABD, Almanya, Türkiye gibi ülkelerin öncüsü olduğu, küresel bir boyuta sahip. Merkezin bu denli sağcılaştığı bir ortamda aşırı sağın hareket alanı da çok genişledi.
Otoriter aşırı sağcı liderlerin kitle kültürünü günümüzde kendilerine mal etmek için uyguladıkları stratejiler ve taktikler nelerdir? “Reaktif haletiruhiye” olarak adlandırdığınız durum hangi mekanizmalar dolayımıyla toplumun temel yapısını biçimlendiriyor?
Otoriter, aşırı sağ liderler aslında en temelde çifte bir araç kullanıyorlar. Bu araçlardan bir tanesi bir tür parti taban seferberliğiyle toplumun “dışlanan, yoksanan, kendi dönemleri içerisinde kaybeden” kesimleriyle kurdukları özgül bir ilişki. Bu ilişkinin kendine has bir karşılıklılık dinamiği var. Burada liderlerin siyasi kabiliyetleri ya da kişisel karizmaları önemli ama daha önemli olan grup karizmasını inşa etmeyi nasıl başardıkları. Sadece seçimlerde fazla oy almaktan ziyade, bu topluluğu bir siyasal grup olarak kurmayı başarabildikleri için iktidarları bu kadar uzun süre ellerinde tutabiliyorlar ya da kaybetseler de bir süre sonra geri dönebiliyorlar. Tam da bu siyasal grup karizmasını inşa edebilmek için toplumu sürekli kutuplaştırıyorlar. Topluma mütemadiyen kendi şahsiyetleri etrafında bir tür kutuplaşmayı dayatırken aynı zamanda hem taraftarları hem de karşı grup arasında bir tür grup nefretinin, grup tepkiselliğinin oluşmasını kışkırtıyorlar. Sadece kendilerine yönelik sevgiyi değil, karşı tarafta da mutlaka kendilerine yönelik bir tür öfkeyi ve nefreti de kışkırtıyorlar. Bu liderler kendilerine olan öfke ve nefreti, temsil ettikleri gruba dair bir öfkeye ve nefrete dönüştürebildikleri ölçüde toplumun genel haletiruhiyesini de şekillendirmeyi başarıyorlar. Adorno’nun da dediği anlamda reaktifliğin toplumun genel kültürü haline geldiğini, toplumun bütünsel yapısına dönüştüğünü söylemek mümkün. Örneğin bugün Türkiye’de herhangi bir siyasal tartışma hınç üretmediği taktirde ne yazık ki dikkat çekmiyor ve toplumsallaşamıyor. Benzer bir şeyi Amerika’da da görmek mümkün. Bunun başka araçları da var; söz konusu liderlerin siyaseti bir gösteriye, bir performansa dönüştürmeleri ve sürekli yeni gündemler belirleyerek, kalabalıkların mütemadiyen dikkatinin dağıtılmasını sağlamaları gibi.
Kitabınızda sık sık “duygusal kutuplaşma” kavramına yer verdiğinizi görüyoruz. Aynı zamanda seçmen davranışlarını ‘rasyonellik’ üzerine kuran siyaset bilimi ve sosyoloji çevrelerinin son zamanlarda seçmen ‘duygularına’ yönelik bir kavrayış geliştirme çabasında olduğunu görüyoruz. Bu duyguları ‘şeyleştirmeden’ nasıl anlamamız gerekiyor? Bugünü ortaya çıkaran hınç, coşkun duyguları ortaya çıkaran siyasal mekanizmalar nelerdir? Kapitalizmin güncel karakteri ve sosyal sorunun yapısındaki ilişkileri bu analize nasıl dahil edebiliriz?
Duygusal kutuplaşmanın nasıl işlediğini ve bu bağlamda duyguların rolünü kavramak istiyorsak, sosyal sorunun dönüşümünü iyi anlamamız gerekiyor; çünkü mesele bir ölçüde bununla ilişkili. Temelde Batı toplumlarının nasıl bir tür borç, cezalandırma, kaygı ve çalışma toplumu haline geldiğini görmemiz gerekiyor. Ayrıca çalışmayı sürekli dayatan politikalar aracılığıyla, kendisine başka imkan ve hayat sunulmayan, “her an ıskartaya çıkarılabilir olan” bir toplumsal kesimin, yani geleceksiz ıskarta toplumun nasıl yaratıldığını ve bu toplumsal kesimin giderek nasıl genişlediğini anlamak lazım. Aslında aşırı sağın seslendiği toplumsal kesim de önemli ölçüde bu kesimden oluşuyor; fakat aşırı sağ bütünüyle bu kesimden oy alıyor demek veya Trump’ın yükselişinde söylendiği gibi işçi sınıfının desteğiyle buraya geldi demek çok hakkaniyetli ve doğru değil. Doğrudan en alt toplumsal kesimlerin değil ama alt orta sınıfların, eski tabirle “küçük burjuvaların” yani her an statüsünü işiyle beraber kaybetme ihtimali olan ama görece olarak durumu alt toplumsal kesimlere göre daha iyi olan toplumsal kesimlerin aşırı sağa oy vermeye daha meyilli olduğunu görebiliyoruz. Genel olarak statü kaybı korkusu bu insanları aşırı sağa yönlendiren çok önemli bir etken. Toplumsal cinsiyet açısından ise çok net bir şekilde kadınlara nazaran erkeklerin aşırı sağa oy vermeye meyilli olduğunu görebiliyoruz. Bu anlamda toplumsal cinsiyete dayalı çok net bir ayrışma var.
Önerdiğiniz "demokrasiyi demokratikleştirme" "çağın bilimsel ufkunun ötesine geçme cesareti" gibi hedeflere ulaşabilmek için entelektüeller, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler ne gibi sorumluluklar almalı?
Yapılabilecek en temel şey kendi araçlarımızı, yani sözümüzü ve düşünme kapasitemizi daha iyi kullanabilmek ve topluma yeni bir perspektif sunmak. Bunun için de Foucault’nun söylediği anlamda bir tür hakikati söyleme cesareti göstermemiz gerekiyor. Fakat bu sanıldığı kadar kolay değil; çünkü mevcut kutuplaşma ortamında, kanat bloklarının kamusal her tür tartışmaya hakim olmasından kaynaklı önemli sorunlar var. Özellikle Türkiye’de bunun sonuçlarını çok net bicimde olarak görüyoruz.
Bir kanaat grubuna doğrudan angaje değilseniz ne kamusal görünürlüğünüz oluyor ne de sözünüzün bir kıymeti. İnsanlar sizi genelde bir kanaat bloğuna yerleştirerek anlıyor ve fikirlerinizi çoğunlukla kendi kanaatlerini doğrulama aracı olarak kullanıyor. Bütün bunlar aslında aklımızı körleştiren ve ortaklaşa hareket kapasitemizi fazlasıyla zayıflatan şeyler. Demokratikleşmeyi amaçlayan yeni bakış açılarını toplumsallaştırmak için, öncelikle kanaatlerin katılaşarak toplumu tümüyle tahakküm altına almasına karşı mücadele etmek zorundayız. Bu bağlamda elimizin altındaki siyasal araçları da dönüştürmeyi amaçlamalıyız çünkü elimizdeki siyasi araçlar sorunu çözmekten çok, sorunun parçası olmuş durumda. Mevcut siyasi parti yapıları, liderlik etme tarzları ve sivil toplum örgütleri dönüşmediği müddetçe, önümüzdeki sorunu çözmemiz çok mümkün değil. Bu anlamda meselenin bu boyutu hepimizi ilgilendiriyor. Tam da bu sorunları ortadan kaldırmak için yeni sivil ortaklık biçimlerini, yurttaş birlikteliğinin yeni kurumlarını ve de eşitler toplumu olmanın yeni siyasal araçlarını üretmemiz gerekiyor. Bizlere dayatılan ya da içine doğduğumuz kimliklerinin ötesinde iletişim kurabilen, tartışabilen, bir tür siyasal toplum yaratan insanlar olmamızı sağlayacak araçları ve kurumları yaratmamız gerekiyor.
Bu kimlikleri reddetmeden onların ötesine geçebilirsek, yani ‘homojenleşmeden’ yeni sivil birliktelikler kurabilirsek ve kamusal yurttaşlık alanları var edebilirsek, demokrasiyi demokratikleştirmek konusunda bir şansımız olabilir. Unutmamalıyız ki mevcut siyaset kaba bir aritmetik hesaba dayanıyor; oysaki tarih bu tür aritmetik hesapları askıya alan, yeni özneleşme biçimlerini ortaya çıkarabilecek anlar ve zamanlarla dolu. Bu tür anlara bizlerin şimdiden hazırlıklı olması ya da bu anları çağırabilecek örgüt tarzlarını, fikirleri ve beraberlik biçimlerini bugünden var etmeye gayret etmesi gerekiyor. Çok uzağa gitmeden, en yakınımızdaki insanlardan başlayarak bu tür birliktelik ve ortaklık biçimlerini örgütlemeye koyulursak, içine itildiğimiz bu durumun aşabileceğimize ve sağın kasvetini dağıtabileceğimize inanıyorum. Türkiye bu anlamda da bugünkünden çok daha eşit, adil ve özgür bir dünya için de kritik ve özgün bir demokratik model ortaya koyabilir.

(ŞM/AB)







