Üniversitedeki odamı mütercim tercüman olan bir arkadaşımla paylaşıyorum. Uzmanlık alanı nedeniyle, çoğu zaman etrafındaki kişiler –ben de dahil- meşgul oldukları okuma-yazmalardan kafalarını kaldırıp, çoğu zaman kendi kendilerine bir düşünme çabası bile harcamadan sözcüklerin İngilizce karşılıklarını kendisine soruverirler.
Tercüman arkadaşım ise sorunun yanıtından emin değilse çoğu zaman “Bilmiyorum” diye cevap verip, aranan sözcüğün bağlamını anlamaya yarayacak sorular sorar. Ardından bütün nezaketiyle bir sözlük açıp oradan sözcüğün, cümlenin atmosferine en uygun karşılığı olabilecek ifadeyi muhatabına söyler. Hatta bu iş çığırından çıkınca, şakayla karışık, panosuna “I am not a dictionary!” yazan bir mesaj iliştirdi.
Böyle anlarda, farkında olmadan uzmanların üzerine yüklediğimiz “bütün cevapları bilme” yükümlülüğü ve bizim bütün soruları kolayca sorabilme lüksümüzle yeniden yüzleşiyorum.
Arkadaşımın başına gelenin farklı bir şeklini, diğer meslektaşlarım gibi, günlük hayatta ben de deneyimliyorum. Uzmanlığımın klinik psikoloji alanında olduğunu ve doktora tezimi psikoterapi üzerine yazdığımı bilenler, -çok doğal olarak- bana genelde kendilerinin veya bir tanıdıklarının kendilerine tuhaf gelen bir davranışından bahsedip, cümleyi “Buna ne diyorsunuz hocam?”, “Bu neden oluyor?” veya “Buna psikolojide bir şey diyor musunuz?” gibi sorularla bitiriyorlar. Çoğu zaman ben de çevirmen arkadaşım gibi bu sorulara ancak “Bilmiyorum” diyebiliyorum. Ancak ondan farklı olarak cevapları bilebilmek için başvurabileceğim bir sözlüğüm olmuyor.
Yine de çevirmenlik ve psikoterapistliği birbirine çok benzetirim. İkisi de yabancı/bilinmeyen bir dildeki sembolleri, anlaşılabilir bir dilin düzlemine çeker, yabancı olanı tanıdık olana dönüştürür, dönüştürdüğü sözcüklerin bir bağlam içerisinde anlaşılmasını mümkün kılar. Ancak çevirmen, hem kaynak dile, hem de hedef dile çok iyi derecede hakimken, psikoterapist çevirisini yaptığı dili bilmez. Bir kere öğrendiğinde de unutmak ve her insanla yeniden öğrenmek zorundadır.
Dile gelmeyenin dili
Bu dil, iç dünyanın dili, oldukça zengin, kaygan ve dolambaçlıdır. Bu nedenle alfabesi de sınırsızdır. Bedende olan biten her şey, duyumlar, duygular, düşünceler, davranışlar, rüyalar, takıntılar, arzular, korkular, kaygılar, unutmalar, hatırlamalar, dalgınlıklar, kazalar, uyku/uykusuzluk, iştah/iştahsızlık, cinsel istek/isteksizlik, tikler, sözlü dilin sözcükleri, bu sözcüklerin anlamları, çift anlamları, sürçmeleri, çocuğun ise oyunu iç dünyanın özel alfabesidir.
Psikoterapistin işi, işe yarayan sorular sorarak, iç dünyanın nesnelerinin üzerindeki örtüyü kaldırmak ve kişinin öyküsünden, onun anlam dünyasından anlamlarını devşiren bir metin inşa etmek ve ardından bu metni, kişiyle birlikte yapı söküme uğratmaktır.
Bu açıdan semptom dildir. İç dünyanın karmaşık doğasından malumatlar içerir. Bir haberci, belirteç, gösterge veya resmedicidir. Nasıl ki öksürük, boğaz ağrısı ve ateşlenme üst solunum yollarındaki bir enfeksiyonun varlığının belirteci ise, yukarıda bahsettiğim türden yaşantılar da biraz gerideki, saklı bir iç mekanda olup bitenlerin çevriyazısıdır. Bu çeviriyazıyla kişinin ne anlatmak istediği ise, tamamen onun anlam dünyasıyla çerçevelidir ve ona özgüdür. Bu nedenle psikoterapist her danışanla, onun iç dünyasının dilini, onunla beraber öğrenmek ve yeniden öğrenmek zorundadır. Üstelik, bu dilde gösteren ve gösterilen sürekli olarak değişir, anlam hiçbir zaman tam tamına yakalanamaz ve sürekli kendini erteler.
Hal böyle olunca, psikoterapi odasında soruşturma mahali genellikle semptomun kendisinin ötesine geçer ve görünenle yetinmez. Aksi halde semptom bu sefer farklı bir kılıkta kapımızı çalar. Örneğin öfke duygusuyla baş etmekte zorlanan bir kişiyle çalışırken, sorunu sadece öfke duygusu olarak görüp, öfkeye baş etme yollarını geliştirmeye çalışmak, sorunu semptomla, göstereni gösterilenle bir tutmak olacaktır. Aynı şekilde, öfkeyi dindirmek için kimyasal takviyelere başvurduğumuzda, iç dünyanın gör dediğini göremeyecek, yardım çağrısının sesini kısacak oluruz.[*] Böyle durumlarda genelde yalnızca semptomu ertelemiş oluruz.
Oysa ancak, öfke duygusunun neyi işaret ettiği, hangi bağlama, hangi tarihsel düzlemde oturduğu, neyin yerine geçtiği ve ne söylemek istediğini anlamaya dair yapılacak bir arkeolojik kazıyla insanın iç dünyasının nesnelerine hak ettiği özen gösterilebilir.
Bu bağlamda yapılacak bir psikoterapi çalışması içerisinde, psikoterapist ve kişi, sürekli bir akış halinde anlam inşa ederler. İç dünyanın örtük metninin nasıl okunacağı ise, psikoterapistin eğitimini aldığı terapi yöntemine yani metni okuma paradigmasına dayanır. Başka bir deyişle, bu ikili, rastladıkları işaretçileri okurken ve yorumlarken belirli bir bakış açısını izlek alırlar.
Psikoterapinin bitmesi ise, kişinin kendi alfabesini okuyabildiği ana tarihlenir. Bu noktada kişi kendi içinin uzmanı, kendi evinin efendisi olur ve başkasına gereksinimi kalmaz.
Bilen insan: Homo Sapiens
Ezcümle, hepimiz kendimizi ve başkalarını bilmek istiyoruz. Çağımızda bu ihtiyacımıza karşılık gelen, insanın girdiği halleri açıklamayı vadeden sayısız sözlükle çevriliyiz. Bunlar, dinler, mitler, astrolojik açıklamalar ve kişisel gelişim kitapları gibi daha kapsamlı açıklamalardan, internette karşılaşılan şipşak kişilik testleri, psikolojik analizler, rüya tabirleri gibi kestirme formülasyonlara kadar uzanıyor. Uykularımızın bozulmasını Merkür’ün gerilemesiyle açıklamaya, doğru partneri bir türlü bulamamamızın suçunu evrene gönderdiğimiz yanlış mesajlara yüklemeye, bir işte/ilişkide uzun süre kalamamamızı internetteki kişilik testinin sonucuna bağlamaya hazırız.
Belli ki biri veya bir şeyin hayatımızda olanları, davranışlarımızı, duygularımızı açıklamasına çok fena ihtiyacımız var ama bunun için zamanımız ve takatimiz hiç yok. ( “Ah Kimselerin Vakti Yok / Durup İnce Şeyleri Anlamaya”**)
Bir yandan günlük hayatta başkaları tarafından basit ve kolay biri gibi görülmeye narsisizmimiz izin vermezken, diğer yandan iç dünyamıza tam bir basit makineymiş gibi davranıp, yapay sözlüklerden kolay ve çiğ açıklamalar umuyoruz. Bulduğumuzu içimize hemen yakıştırıyoruz. Bu basitlikten de hiç gocunmuyoruz.
Bir şekilde yolumuz bir ruh sağlığı uzmanının odasına düştüyse bile, zaten öyle uzun uzadıya, seanslar boyu kendimizi anlatmaya ve anlamaya sabrımız da yok. Hemen bizi anlasınlar, bir bakışta röntgenimizi çekip bize gördüklerini söylesinler lütfen. Çünkü “Homo Sapiens”’in yani “Bilen İnsan”ın insanın en büyük sınavı bilmemekle baş etmek, bilmemeye tahammül edebilmek. (ÖY/BK)
[*] Psikiyatrik ilaçlar çoğu zaman kıymetli yardımcılardır. Burada ilaç karşıtı bir söylemden çok, belirli bir bakış açısından bahsetmek istiyorum.
** Gülten Akın