Her ekonomi-politik gibi kapitalizmin de bir ideolojisi ve bu ideolojinin türevi olan bir bilinç var. Kulağımıza sürekli "İş, iştir" sözünü fısıldarlar. Nitekim kulağımız hangi sesleri işitirse aksanımız o seslere kaymakla kalmaz, bilincimizin grameri de öyle şekillenir.
Neyse, işimize bakalım... Bakarken kendimizi ihmal ediyorsak özne olmaktan uzaklaşıp nesneleşiyoruz demektir. İnsan, içinde insan olmak imkânını taşıyan bir canlı olarak açar dünyaya gözlerini. İnsan olmak, insan türünün bütün bireylerince gerçekleştirilebilen bir imkân değil. İnsan, toplumsallaşma sürecinde özneleştiği ölçüde kişileşir, böylece etik bir varlık kazanır. Bu, onun insan olmak imkânını ete kemiğe büründürebildiği anlamına da gelir.
Bilinç, filozoflarca sıkça referans verilen kavramların başında gelir. Bir kişi olarak dünyaya, dünya içindeki kendine bakan kişi, tavırlar alır; bu tavırların toplamına duruş denebilir. Geliştirdiği tavırlar birbirinden farklı kategorilerin altına düşse de toplamına, yani duruşuna yaslanır. Bu nedenle kim olduğumuz, bir anlamda, dünyaya ve/veya kendimize dair takındığımız tavırlarla, daha çok da bu tavırların yaslandığı duruşumuzla ilişkilidir.
Gençlik döneminin kişileşme sürecinin en belirleyici evrelerinden biri olduğu sıklıkla söylenir. Kişi olarak dünyaya ve/veya dünya içindeki kendimize dair bütüncü/l bir kavrayışı henüz geliştirmiş değilizdir. Bu, karşılaştığımız her şeyi tıpkı oral dönemdeki bebeklere benzetilebilir. F. Bacon'un "Doğruya en yakın şey hatadır" sözü, bir başka bağlamda dillendirilmiş olsa da ergenlik dönemi için de pekâlâ kullanılabilir. Bizim, bir kişi olarak dünyaya, dünya içindeki kendimize dair tavrımız nedir? Bilincimiz, her şey gibi tarihseldir. Harcı, mazinin şimdiyle dansından oluşur. Bu dansı canlandırıp ona kendi yorumuyla can verense takındığımız tavırları olanaklı kılan duruş/umuz olsa gerek.
Görece denebilecek girişin ardından bunca sözü neden sarf ettiğimizi açıklayalım; hayatın üzerinde yükseldiği, bilincimizin, hayat denen arabanın yürümesini sağlayan bütün mekanizmalarından azade olmadığına dikkat çekmek; deyim yerindeyse ruhumuzla (Platonca söylersek, arabacının elinde kırbacıyla sürdüğü iki atın çektiği bir araba) yüzleşmek.
Platon, Phaidon diyaloğunda Sokrates'e insan ruhunu bir metaforla anlattırır: İnsan ruhu, biri delişmen olan siyah; diğeri uysal olan beyaz bir atın çektiği bir arabadır. Arabayı süren arabacıyı elinde kırbaçla resmeder. Delişmen olan siyah at, özü gereği akıldan yoksun olduğu gibi aklı da dinlemez. İçgüdüleriyle, duygularıyla hareket eder. Bu da düzenli biçimde -insanların pek çoğu gibi- yoldan gitmesine, kurallara (normlara, değer yargılarına vb.) uymasına manidir kuşkusuz. Koşum komşusu uysal olan beyaz at ise akıldan yoksundur ama aklı dinler. Verilen komuta harfiyen uyar. İkisi, özce farklıdır. İnsan, işte bu birbirine benzemez ontolojik bakımdan iki ayrı varlığın sürekli çatışma arenasıdır. Arabacı, elindeki kırbacı, yoldan gitmeye, emirlere itaat etmeye ki özü bu, direnen siyah ata zaman zaman indirir. Uysal at da gücü yettiğince siyah atı yolda tutmaya çalışır ama ne arabacının ne de uysal atın gücünün yettiği durumlar da olur. Bu, doğanın kültüre galebe çalması olarak da yorumlanabilir. Bilincimizin hamurundaki doğasallık, önünde sonunda aşılamayacak bir referans olarak orada, hayatta olduğumuz sürece nefes alır. Arzumuzda, korkumuzda, ideallerimizde, yargılarımızda, planlarımızda, aşklarımızda... Kısacası benliğimize sinmiş bir ruhtan söz ediyoruz.
İçinde nefes aldığımız kavramsal örgüyü bileşenleriyle, bağlamıyla, ağsal yapısıyla kavramlaştırmak hayatı/mızı, kaidesiyle birlikte bilincimizde çözünür kılmak imkânı veriyor. Hiçbirimiz sek değiliz. Katışıklıkta birleşen özneleriz. Bilincimizin bileşenlerinin sarmaşarak, sevişerek, zaman zaman çatışarak, zaman zamansa birbirine kastre edici sertlikte yaklaşarak devindiği, ama her devinimde de kolektif bir dansın icra edildiği arenayız denebilir belki de.
İnsan, fenomenler toplamıdır. Bu fenomenleri altı kategori altında toplayabiliriz: Psikolojik, fizyolojik, sosyolojik, entelektüel, fiziksel ve manevi. İnsan ne yalnızca manevi yani değerler varlığı olarak manevi bir özne ne de salt fizyolojik. Bunların toplamına ruh; ruhun görünmesine ya da eşdeyişle belirmesine de bilinç diyelim. Ruh ile bilinci de bir metaforla tarif etmeye çalışalım: İnsan ruhu, plastik bir top olsun; içinde de farklı kütleleri, hacimleri, formları olan maddeler olarak yukarıda saydığımız altı kategori; bu topun hareket istikameti de altı kategoriyi uyaran harici varlıklara yönelim (olsun). Yönelimin kendisi, bilincin belirmesidir. Bu belirme nasıl olur?
Her birimiz bir bağlamda nefes alırız. Sonsuz dışsal varlıkla etkileşiriz. Tepkimiz, birbiriyle bir bağlam içinde yer alan altı ayrı varlığın mücadelesinin bir tür sonucudur. Bunlardan herhangi biri tepkiye kendi rengini verebilir, bir başka deyişle diğerlerini göreli ölçüde bastırabilir. Bu, insan ruhu için bir tür denge ya da uyum kaybıdır. Denge ya da uyum (harmonia), aynı sahneyi paylaşan bileşenlerin birbiriyle çatışma içinde olsalar da göreli bir balans içinde birlikte var olmalarıdır. Her biri, bir diğerini gözetmeden kendince yönelimlerde bulunduğu vakit bir tür belirme olarak tarif ettiğimiz bilinç amorflaşır. Hareketi rastlantısaldır. Herhangi bir yöne gitmesi tesadüfidir. Bu tesadüfiliğin kaçınılmaz sonucu geniş anlamda ölümdür. Biyolojik yani fiziksel ve fizyolojik, sosyal, ruhsal, entelektüel, manevi bakımlardan ölümdür. Bu nedenle, hareket eden bilinci belirmemiş ruhun, onu izleyen diğer bilinçli öznelerce de anlamlandırılamayacağı söylenebilir.
Mademki aynı hane içindeyiz, o halde muradımız, sınırlı olan ömrümüzü geniş anlamda sağlıklı biçimde, yani kendi kendimizi kastre etmeden tamamlamak. Bunun yolu da hane içindekilerin birbirlerini gözetmelerinden, bir tür barış ikliminin ya da rejiminin egemen olduğu güvenli ortamı yaratmaktan geçtiği ileri sürülebilir.
Bu kavramsal altlığa dayanarak yurt ya da toplum için "İnsan ruhu gibidir" denebilir. Bilinç, ruhun bileşenlerinin birbiriyle etkileşerek belirmesi ise ruhun bilinçle dansı dediğimiz bu göreli uyumun sonucu olan belirmenin de arzu edilen yaşam(an)ın gerçekleşmesi olduğu savlanabilir.
Toplumların barışı tesis etmelerinin yolu, herhangi bir bileşenini kastre ederek, onu yok sayarak -ki bu olanaksız- değil, bilakis her birinin gözetilmesinin doğal sonucu olan uyumun sağlanmasıyla olanaklıdır. Öldürmek, kesmek, bastırmak gibi radikal denebilecek "çözüm"lerin işe yaramadığını maddi tarih bilincimiz bize pek çok örnek dolayımıyla gösterir. Bu bakımdan ruhu oluşturan her bir bileşenin -bağlamımız özelinde belli bir insan kümesinin oluşturduğu toplumun- yaşayabilmesinin yolu, diğerlerinin de yaşamasına bağlıdır.
Bilinç dediğimiz fenomenlerin fenomeni ise geride ya da temelde olanın yani toplamı ruh olan altı bileşenin birbirini duyarak, gözeterek kurdukları koalisyonun uyum içinde belirmesinden (zuhur etmesinden) başka bir şey değildir.
Şu halde genelinde her canlının bir duygu olarak özelinde insanın hem duygu hem de değer olarak ihtiyaç duyduğu güvenin, ruhun bileşenleri arasında kurulan bir tür koalisyonun türevi olduğu söylenebilir. Muradımız, hem bireysel hem de toplumsal olarak barış içinde nefes almak yani yaşamak ise diler bireysel diler toplumsal bakımdan olsun içimizdekiler arasında göreli uyuma ihtiyacımız var.
Farklı ontolojilere sahip bileşenlerin uyum içindeki bir aradalığı için efendisiz toplumlar ile Milet'teki izonomi yani eşlerin yasası rejimi örnek olarak gösterilebilir.
Ruhun bilinçle dansı üzerine düşünme yolculuğumuz sürecek...
(MVB/AÖ)