İrisiyle ufağıyla İstanbul adaları asırlar boyunca muhalif din adamlarının, dışlanmak istenen Patrik adaylarının, iktidarı rahatsız eden taht varislerinin, İmparatorluğa tehdit oluşturduğuna inanılan asilerin sürgün yeri olmuştu. Elimizdeki silik verilerde bazılarının, adaların dış dünyadan kopukluğu yetmezmiş gibi, karanlık ve nemli zindanlarda tutulduğu, bezdirilmeye çalışıldığı, işkencelerle doğru bildiklerinden dönmeye zorlandığı ve öldüklerinde kaydı tutulmadan gömüldüğü de belirtilir.
Hem Batı'nın hem de Osmanlı İmparatorluğu'nun kendinden saymayıp lanetlediği Doğu Roma, namı diğer Bizans'ın izleri adalardan da fazlasıyla silindiği için günümüzde üzerine bastığımız toprağın altında neler yattığını pek bilmiyor, hatta önemsemiyor olabiliriz. Oysa pandemi yüzünden insanların sokağa daha az çıktığı günümüzde, mazide çok acı çekmiş bu insanlara ait ruhların, şehirleri basan yabani hayvanlar gibi aramızda dolaşmaya başlayıp başlamadığını nereden bilebiliriz?
Bilhassa Yassı ve Sivri adalarda hız kesmeyen inşaat furyası yüzünden kat kat betonun altında kaldığını hisseden kaydı silinmiş, belki de kaydı hiç tutulmamış bu canların hayaletleri intikam için acaba peşimize düşer mi? Hem tarihin, hem de coğrafyanın lanetlediği ve mazisini yok saymaya çalıştığı bu küçücük kara parçalarında hortlayarak fırsattan istifade haklarını talep etmeye kalkışmazlar mı?
Turku şehrine nispeten yakın bir adada, izole edildikleri daracık kara parçasından bir daha ayrılmamak üzere hastaneye kapatılmış kadınların bir kısmı için benzer bir dinamik oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Finlandiyalı kadın yönetmen Lotta Petronella toplumun dışladığı ve unutmayı tercih ettiği kadınların bazılarına adeta hayat vermiş desek yeridir. Bu kadınların yazdığı ve adadan çıkmasına asla izin verilmemiş mektupların içeriğini bizimle paylaşırken Baltık denizindeki Själö Adası'nda sindirilmeye çalışılmış acılı ruhlara aracılık yaptığını da gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz.
Danimarka'nın saygın belgesel festivali CPH:DOX'ta Kuzey ülkeleri filmlerine verilen Nordic: DOX Award kapsamında özel mansiyona layık görülen "Själö - Ruhlar Adası" (Själö - Island Of Souls) adlı belgesel, seyirciyi hipnotize edip etkileyici olduğu kadar estetik bir yolculuğa çıkarıyor.
Kadın tımarhanesi
1619'da Kral Gustavus Adolphus'un emriyle, ulaşımı epeyce zor adada inşasına başlanan hastane, önceleri cüzzamlılara tahsis edilmiş, zamanla yaşlılar, engelliler, harp malulleri, suçlular ve akıl hastalarına hizmet verir hale gelmiş. O ilk dönemleri, "Hastalığın yayılması günahkâr hayatların cezasıdır" şiarına uygun olarak, "Kutsal Ruhun korumasından mahrum kadınlar"a yönelik bir tımarhaneye dönüştürülmesi takip etmiş. Kurumun kapatılması 1962'yi bulacağı için filmde, deniz buzla kaplandığında karda kışta adadan yürüyerek kaçmaya çalışan kadınları hatırlayanlara da yer veriliyor. Fakat belgeselin omurgasını kurumun arşivlerinde bulunup layıkıyla seslendirilmiş acıklı mektuplar oluşturuyor.
"Sevgili anneciğim, geçen sene sana mektup yazamadığım için özür dilerim, posta puluna verecek param olmadığı için yollamam mümkün değildi..." gibi ifadeler kadınların içinde yaşadıkları imkânsızlıkları en iyi ifade eden cümlelerden biri. Bir diğeri bir yakınına yalvarırcasına, "Burada boğuluyorum, beni dışarı çıkarıp bir iş bulmamı sağlar mısın?" diye yazıyor. "Sinirlerim yıprandı, dayanabilecek miyim bilmiyorum, burada aklımı yitirmekten korkuyorum..." gibi ifadeler de hastaneye kapatılanlara uygulanmış haksızlıkları kanıtlıyor.
Oraya hastane diyorlardı, oysa yetkililerin hastalarını mahvetmeye çalıştıkları, bedenleriyle ruhlarına acı çektirdikleri barizdi. Filmde kadınların 187'ye 207 santimetrelik odalarda tutulduklarını, pencerelerin dışarıyı asla göremeyecek yükseklikte olduklarını öğreniyoruz; kayıtlarda bazı kadınların isimsiz şekilde işlem gördüğünü, adada ölenlerin gömüldükleri yerlerin bile belli olmadığını da!
Günümüzde lanetli adadaki hastane binası Biyoloji Araştırma Enstitüsü olarak kullanıldığından bambaşka bir atmosfer ile karşı karşıyayız, fakat kadınların eskiden tıkıştırıldıkları daracık alanlardan yükselen sessiz imdat çığlıklarını duyabildiğimiz kesin.
Hafızayı canlı tutmak şart
Hassas sinemacı Petronella'nın mevzuya Kuzey ülkelerinin ve bilhassa Finlandiya kültürünün alametifarikası olan tevazuyla, ayrıca hassasiyet ve ciddiyetle yaklaştığını söyleyebiliriz. Cömert tabiat manzaraları eşliğinde, kahramanlarına asla haksızlık etmeden, duygu sömürüsüne kesinlikle başvurmadan, onlara hak ettikleri saygınlığı kazandırmaya giriştiği rahatlıkla ifade edilebilir.
Adaya bir zamanlar kapatılmış hemcinsleri ile derin bir empati kurduğunu da hissediyoruz; bunda kendi ifadesiyle mazisinde manik depresif bir dönemi atlatmış olmasının payı da yüksek olsa gerek.
Susturulan, bilgileri arşivlerde doğru dürüst tutulmayan, yazdıkları bazen sansürlenen, bazen tamamıyla geçersiz kılınan kadınlara ses vermenin vakti gelmiş, geçiyordu.
Petronella toplumun zayıf halkası sayılanların hafızasını canlandırmaya çalışırken bizi fısıldayan seslerle, doğanın sihirli dışavurumlarıyla, mikroskobik görüntülerle baş başa bırakıp tefekküre sevk ediyor.
Filmde görüntü yönetimi dışında ses yönetimi hususuna da epeyce itina gösterilmiş olduğu belli. 78 dakikalık belgeselin duygusunu artıran müzikler bazen minimalist bir tavır sergilerken bazen de gayet dozunda dramatik tınılar haline dönüşüyor. Biyoloji enstitüsünün kadın çalışanlarının monoton sayılabilecek işlerine konsantre oldukları sekansları izlerken kadın doğasının sabrına, işine gösterdiği özene ve ayrıca dişil zarafete bir kez daha şahit oluyoruz.
Deniz ve ormanda, gezegenin fazlasıyla kirlendiğine dair alarm veren işaretler vardır, oysa eskiden tımarhanede tutulmuş ve güçlü oldukları için çalıştırılmış kadınlar gibi dirayet gösterip gelecek nesillerin değerlendirebileceği verileri paniğe kapılmadan, tek tek toplamak şarttır. Tıpkı günün birinde sürprizlerle karşı karşıya kalmamak için İstanbul Prens Adalarının hafızasını canlı tutarak, hatta güçlendirerek muhafaza etmek gerektiği gibi... (MT/AÖ)