Her yazıdan sonra “bu son” diyorum, bir daha yazmak istemiyorum. Ama o kadar soğuk ve karanlık günlerden geçiyoruz ki, kelimelere sığınmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Her sabah tankların topların kulakları sağır eden sesleriyle uyanıyorum. Sadece kentin bir bölümünü değil hepsini birden bombalasalar da kurtulsak artık diyorum.
Perdelerden içeri ışık sızmasın, çıkmasam yataktan, yeni bir umut doğmadan uyanmasam diyorum. Üşüyorum, çünkü ruhum üşüyor. Uzun zamandır gelip yüreğime çöreklenmiş ve bir türlü kalkmayan umutsuzluk ve mutsuzluk hali. Gülmekten bile hicap duyuyorum. Çoktan bozulmuş ağzımın tadıyla, sadece açlığımı gidermeye çalışırken lokmalar boğazıma diziliyor.
Doğruluğuna inanmak istemediğim yığınla gerçekle yüz yüze gelen gözlerim kör olmak istiyor. Yeni bir güne başlamak istemiyor, mecburiyetten olmasa işyerine gitmeye ayaklarım varmıyor. Kararmış ve tedirgin yüzleri gördükçe gerçeği bir kez daha hatırlıyor, gözlerimi kaçırıyorum.
Ne sanat, ne edebiyat, ne diziler, ne yarışmalar, ne aşk, ne yemek tarifleri, ne hayatın keşmekeşi.. Konuşmaların tek gündem maddesi var. O da savaş. Çocuklarının geleceği için kaygılanan arkadaşlarımın çaresizliğine tanık oluyor, çocuğum olmadığı için ilk defa mutlu oluyorum. Bir şey gelmiyor elimden, dayanamayıp avazım çıktığı kadar bağırmak, Sur’un öte yanına duyurmak istiyorum sesimi. Kimselere duyuramıyorum. Çıldırma noktasındayım.
Dışarı çıkıyorum, üşüyorum yine. Yalnız olmadığımı hissettiren insanların yanına gelerek durmasını istediğimiz savaş için haykırmak istiyorum. Gideceğimiz yere varamadan yediğimiz gaz ve suyla tıkanıp kalıyoruz olduğumuz yerde. Bir adım bile ilerleyemiyorum. Limon ve şekerden medet umarak çaresiz ve yorgun, üşüyen ruhumla öylece kalakalıyorum.
Oysa bıraksalar Sur’un taş duvarlarından geçip, barikatları aşsam, o gençlerin yanına varsam, açsam yüzlerini, ellerini tutsam, gözlerine baksam. “Ölmeyin artık!” desem. Dinlerler mi beni? Sonra tankların önünde dursam, o demir yığını duyar mı sesimi? ‘Beden bütünlüğü bozulmuş’ ya da bozulmamış cenazeleriniz gitmesin artık, ağıt yaktırmayın arkanızdan desem. O betonarme ruhlar duyar mı beni?
Duyurabileceğimi sanmıyorum sesimi. Tıpkı Cizre’deki bodrum katında yaralı bekleyen Mehmet Yavuzel’in annesinin televizyonda oğlunun sesini duyarken, üşüyen ruhuyla “Kurban olayım o yarana” diyerek, yumrukladığı göğsünün sesini duyuramadığı gibi.
Yaralara merhem olsam, çocukların başını okşasam, sarılıp bağrıma bastırsam. Yıkılan evlerin duvarlarını örsem. Sokakları süpürsem bir zamanlar her sabah o evlerdeki kadınların yaptığı gibi. Ateşler yaksam sonra. Evlere girip üşüyen ruhlarımızı ısıtmak için sobaları tutuştursam. Tozun toprağın içindeki eşyaları yerinden kaldırsam, silkeleyip düzeltsem ellerimle. O toprağı alıp başıma döksem. Canımın bir işe yarayacağını düşünsem, bunun son ölüm olacağını bilsem, patlayan silahların önüne geçip oracıkta ölüversem... Kimseye bir şey olmasa, sadece ben yok olsam, durdurabilir miyim hepimizi her gün öldüren, ruhlarımızı üşüten bu savaşı?
“Tamam, iyi ki öldün. Bu son ölümdü, geçti artık” derler mi? Yoksa sadece ölenlerin listesine bir kişi daha eklenir, üç gün yakılan ağıttan sonra unutulur muyum? Ne arkamda öksüz bırakacağım bir çocuğum, ne de sinesini yumruklayacak bir anam var. Savaş duracaksa, ruhlarımız ısınacaksa eğer söyleyin. Bir dakika bile düşünmez, giderim ben. Çünkü çok üşüyor ruhum.
Meclis, basın açıklamaları, açlık grevleri, siyasetten çekilmeler, yürüyüşler, ölümler, gelmeyen ambulanslar, yazılan yazılar, sosyal medya yorumları, çekişmeler, atışmalar, tartışmalar, havada uçuşan kelimeler… Boş, hepsi boş... Yetmiyor, kan dökülmeye devam ediyor, ölümlerle birlikte insanlığımız da, onurumuz da yok oluyor.
Vazgeçiyorum bir defada ölmekten. Her gün yavaş yavaş ölmeye devam ediyorum, bu topraklarda yaşadıkları zannedilen herkes gibi.
Üşüyorum ve bu “son” diyorum, artık yazmak istemiyorum. (BD/EKN)