15. Uluslararası Caz Festivali kapsamında, 2000’li yılların müzik dünyasına kazandırdığı en yetenekli ozanlardan biri olan Rufus Wainwright’ı, geçen Salı (8 Temmuz) Aya İrini’nin o muhteşem atmosferinde izleme ve dinleme fırsatımız oldu.
Bu müthiş konser, sadece kulaklarımızın pasını atmakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’deki popüler müzik dünyasının şu an içinde bulunduğu durum hakkında düşünme fırsatını da doğurdu.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı, “Genç Ozanlar” başlığı altında daha önceki yıllarda Antony and the Johnsons, Cocorosie ve Kings Of Convenience gibi isimleri ağırlamıştı.
İKSV’nin bu sene ise Rufus’u festival kapsamında İstanbullularla bir araya getireceğini öğrendiğimde, birçok Rufus hayranı gibi ben de heyecanlanmış ve hemen gidip biletimi almıştım.
Konser, Aya İrini’de olacağı için bilet sayısı sınırlıydı. Konsere ilgi yoğun olunca, bu sayılı biletler de kısa sürede tükendi.
Benim Rufus hayranlığım bundan üç dört sene öncesine dayanıyor. O tarihte yurtdışındayken elime 2001 yılında çıkardığı ikinci albümü Poses geçmişti.
Ama asıl, bir arkadaşımın yine yurtdışından edindiği Want Two albümünü dinlediğimde, Rufus’a vuruldum. (Buradaki “yurtdışı” tekrarı önemlidir, zira memleketimde Rufus’un albümleri satılmıyor. Satılıyorsa da ben bir türlü bulamıyorum!)
Want Two’yu daha ilk dinleyişimde fark ettiğim şey, bu albümün müthiş bir sanatsal zekanın ürünü olduğuydu.
Tıpkı Walter Benjamin’in Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı’nda bahsettiği, gerçek bir sanat yapıtı karşısında yaşanan o büyülü tanıklık anını, ben Want Two’yu dinlerken yaşadım.
Karşımda popüler müzik dünyasının alternatif bir damarından gelen gerçek bir sanatçı ve onun etkileyici yapıtları durmaktaydı.
Want Two’nun ardından gelen Release the Stars da bu kanımı değiştirmedi.
Rufus gibi bir sanatçıyı, Aya İrini gibi etkileyici bir sanat yapıtının içinde dinlemek ise büyük bir zevkti.
Sahneye pembe, parıltılı ceketiyle çıktı, bize nazik bir biçimde selam verdi ve hemen piyanonun başına geçip, bu mekanda mutlaka çalması gerektiğini düşündüğüm Agnus Dei’yi seslendirdi.
Agnus Dei, “Tanrı’nın kuzusu” demek. Tanrı’nın kuzusu, İsa için kullanılan tabirlerden biri.
Aya İrini’yle birlikte Agnus Dei, tahmin edebileceğiniz gibi oldukça etkili bir atmosfer oluşturdu.
“İlk kez böylesine tarihi bir yapıda konser veriyorum,” diyen Rufus, “Bu yüzlerce yıllık yapıda kendimi gencecik hissediyorum,” şeklinde espri yapıp hepimizi güldürünce, aslında gecenin ilerleyen dakikalarının nasıl geçeceğinin ipucuna da vermiş oldu.
Release the Stars albümünde yer alan Going to a Town’u piyanoda çalmaya başlayınca dinleyiciler arasında alkış koptu.
Sözlerinde “I’m so bored of America” (“Amerika canıma tak etti” diye biraz değiştirerek çevirebiliriz) dizesinin yer aldığı şarkıyı seslendirdikten sonra, “Aslında artık Amerika’dan o kadar da sıkılmıyorum,” diyerek Obama’dan ümitli olduğunu söyledi. Daha sonra, herhalde havadaki anti-Amerikan durumdan etkilenmiş olacak ki, “Yok yahu, Amerika’yı seviyorum, orası yaşadığım yer,” deme gereğini hissetti.
Gecenin en keyifli anlarından biri, Boğaziçi Köprüsü’nün ne kadar da gey olduğunu söylediği andı.
Konserinden bir önceki akşam Boğaz’da katıldığı tekne gezisi sırasında fark ettiği, köprünün gökkuşağı renklerindeki yanardöner ışıkları böyle düşünmesine sebep olmuş. Aralarda, Türkiye’deki çoğu popüler müzik zanaatçısının herhalde çok yadırgayacağı derecede sıradan bir biçimde eşcinsel kimliğinden bahsederken, sözü Osmanlı padişahlarına getirdi.
“Sultanların arasında da eşcinseller var,” dedikten sonra Gay Mesiah’i (Gey Mesih) bu sultanlara adadı.
Rufus eşcinsel kimliğinden sadece sahnedeyken bahsetmiyor, bestelediği şarkılarda da aşklarından ve kimliğinden izleri yoğun bir biçimde fark etmek mümkün.
Örneğin Aya İrini konserinde de seslendirdiği şarkılardan biri olan The Art Teacher’da, bizi çocukluğuna götürüyor.
Şarkıda, Rufus ve sınıf arkadaşları, resim öğretmenleriyle birlikte Metropolitan Museum’a giderler.
Rembrant ve Rubens tablolarının önünde durdukları sırada, resim öğretmeni onlara “En sevdiğiniz sanat eseri hangisi?” diye sorar.
Ancak Rufus cesaret edip öğretmenine, “En sevdiğim sanat eseri sizsiniz,” diyemez. Ve Rufus ekliyor: “Daha sonra, hiçbir erkeği onu sevdiğim kadar sevemedim.”
Rufus, ergenlik yaşlarında operanın büyüsüne kapılmış. Opera, müziğini büyük ölçüde etkiliyor.
Örneğin 1998’de çıkardığı ilk albümü Rufus Wainwright’ta yer alan Barcelona, Giuseppe Verdi’nin ünlü operası Macbeth’in librettosundan alınmış sözleri içeriyor.
Şu an üzerinde çalıştığı Prima Donna ise, turne süresince tamamlamayı planladığı bir opera eseri. Tamamlandığında ise Metropolitan Opera’da sahnelenecek.
Genelde pop müziğinin ilgi alanı dışında kalan opera ve klasik müzik gibi kaynaklardan izleri Rufus’un birçok eserinde görebiliyorsunuz.
Agnus Dei, Old Whore’s Diet ya da ne yazık ki Aya İrini konserinde seslendirmediği Do I Disappoint You, bu tür çalışmalardan bazıları.
Opera kadar, Edith Piaf, Al Jolson ve Judy Garland da büyülemiş Rufus’u.
Rufus, Haziran 2006’ta Judy Garland anısına, Garland’ın 23 Nisan 1961 tarihli konserini Rufus Does Judy at Carnegie Hall ismiyle canlandırdı.
Konserde oldukça kalabalık bir orkestrayla sahneye çıkan Rufus, zamanında gelmiş geçmiş en iyi konser olarak gösterilen bu konseri canlandırarak Garland’a bir bakıma saygı duruşunda bulunuyor.
Tekrar Aya İrini’deki konserine dönecek olursak… Hallelujah’la sonlandırdığı bu müthiş konser, başta da belirttiğim gibi Türkiye’deki popüler müzik dünyasının tükenmişliği ve samimiyetsizliği hakkında düşünmemiz için bize fırsat sunuyor.
Popüler müzik yapmasına rağmen, Rufus gibi her seferinde çıtasını yükselten, popüler müziğe yeni açılımlar sunan müzisyenlerimiz ne yazık ki yok.
Çoğu bir zanaatçı gibi, ne tutarsa onu tekrarlayıp duruyor.
Ayrıca politik duruşunu tutarlı bir biçimde ortaya koyacak cesareti gösteren isimlerimiz de maalesef yok. Dahası, müzik dünyamızda Rufus gibi “Ben kocaman bir eşcinselim,” deme yürekliliğini gösterecek biri hâlâ çıkmadı. (YB/EZÖ)
* Yener Bayramoğlu, [email protected]