Bir sonbahar günüydü. Her sonbaharda nedense hüzünlü olurum. Ama tatlı bir hüzündür. İçimde nedeni belirsiz bir kırıklıkla, her şeyin boş olduğu duygusuyla evden çıktım. Günlerden pazardı, önüme ilk çıkan belediye otobüsüne atladım. En son durakta indim.
Ayaklarımın izini takip ettim. Bakalım beni nereye götürecekti? Görünüşe bakılırsa hislerim beni doğru yönlendiriyordu, yürüdüğüm yollarda sarılı, kırmızılı yapraklar yerlerde sürükleniyordu. 'Tıpkı benim gibi' dedim. Tek tük insanlar dışında, yollarda neredeyse kimseler yoktu. Rüzgarın etkisiyle hafif bir serinlik vardı, bu da yürüşüme tatlı bir ahenk katıyor, hüznümü dağıtır gibi olmasa da, hafifletiyordu.
Yürüyebildiğim kadar yürüyecek, hava kararmaya başladığında da aynı yollardan geri dönecektim. Ağaçların bol olduğu bu yere iyi ki gelmiştim. Bulunduğum yer, neredeyse otuz yıllık bir yerleşim yeriydi. Zengin bir semt olmamasına rağmen bunca ağacın bir gecekondu bölgesinde olması iyi bir şeydi elbette.
Bir kilometre ileride büyük binalar görülüyordu zaten. Burası o büyük binaların arasında kaldığı için kırsallığını koruyordu belli ki. Ya da kırdan gelmiş insanlar bahçeli, derme çatma evleri ve ağaçlarıyla ancak dayanıyorlardı bu kente. Nedeni ne olursa olsun iyi bir şeydi bütün bunlar. Varsın evler yoksulluktan derme çatma olsundu.
Betonun soğuk dokunuşundan uzaktı ya, sen ona bak. Büyükler olmasa da çocuklar dışarıdaydı. Bu çocuklar eminim ki benim gibi hava kararınca evlerine gireceklerdi. Özgürlüğün tadını nasıl da çıkarıyorlardı. Bir teneke kutunun peşinde koşturmalarındaki sevinçleri hüzünlü olsa da. Akşam gidecek bir evleri, onları merak eden büyükleri olmasa, kolayca ilerde görülen büyük binaların caddelerinde kaybolarak, "sokak çocukları" olmaları işten bile değildi.
Bu çocukların diğer 'kayıp' çocuklarla aralarında kolaycacık aşılabilecek mesafe ürküttü beni. Bir tanesinin niyeti bozulmaya görsün, hemen o kaybolanların arasında yerini alabilirdi.
Bunları düşünürken peşine koştukları teneke kutu ayağıma kadar geldi:
- "Abla onu bu tarafa doğru göndersene."
O an, ne yapacağımı düşünürken, on yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir tanesi yanıma kadar sokularak çevik hareketle teneke kutuyu ayaklarının altına aldı. Diğer çocuklar ona doğru hücum edip, kutuyu ondan almak için cebelleşmeye başladılar.
Yanlarından epey uzaklaştığımda arkamda oyuncu çığlıklarını bırakmıştım. Epey yürümüş olmalıyım ki, ağaçlıklı bölgeyi geride bırakmış, büyük mağazaların ve binaların olduğu yere yaklaşmıştım. Aslında tam da sınırda gibiydim. İki bölge arasında kalmış bahçe içinde bir kafe dikkatimi çekti. Orada bir süre oturmaya karar verdim.
Toplumsal kurtuluş...
Kafenin kimsesiz hali, dinginliği çok çekiciydi. Bahçedeki masaya oturdum. İçeri girerken beni karşılayan garsona çay istediğimi söylemiştim zaten. Biraz yorulmuştum, çayımı yudumlamaya başladım.
Orta yaşlarda, sırt çantalı, uzun boylu birisinin karşımdaki masaya oturduğunu fark etmiştim daha önceden. Bahçede o ve benden başkası olmadığı için, bir ara gözlerim karşımda oturan adama takıldı. 'Tek değilim' diye düşünüyordum aslında o an. Ama karşımdaki bende bir şeyler çağrıştırmıştı çoktan.
Onu birine benzetmiştim. Daha doğrusu benden on yaş büyük olmasına rağmen kendimi her açıdan yanında eşit hissettiğim Ahmet'i hatırlatıyordu bana. Ama Ahmet, burada ne arıyordu ki.
Neredeyse sekiz yıldır görmüyordum onu, üstelik yurtdışında yaşıyordu. İnsanlar birbirlerine benzeyebilirdi. Kendimi ikna edemiyordum. Yanlış anlaşılmasın diye dikkatli de bakamıyordum. On dakika kadar bu belirsizliğe nasıl katlandım bilmiyorum. Dayanamadım, yanına gittim.
- "Affedersiniz..."
Daha niyetimi açıklayamadan birbirimize sarıldık. O, "Selin sen ne arıyorsun..." Beni hemen tanımıştı. "Hiç değişmemişim."...
Aslında Ahmet'ten biraz bahsetmem gerekiyor size. Üniversiteye başladığım yıl tanımıştım Ahmet'i. Sol düşünceyle Ahmet tanıştırmıştı beni. 80'lerde son sınıftayken göz altına alınmış, yıllar sonra tekrar dönmüştü okula. İlk karşılaşmamız okulun kütüphanesinde olmuştu. Kütüphanedeki görevli kızdan istediğim kitap dikkatini çekmişti. Bana, "isterseniz size bir kaç kitap önerebilirim" demişti.
O andan sonra dostluk başlamıştı aramızda. Gerçekten çok iyi kitapları onun sayesinde okudum. Ahmet'le dostluğumuz okulun dışına taştı. Haftada iki-üç kez görüşüyorduk. O kadar çok şey anlatıyor, o kadar çok şey biliyordu ki, kendimi şanslı addediyordum. Ama benim gibi "şanslı" bir çok dostu daha vardı Ahmet'in.
Ben okulu bitirip hemen işe girmiştim. Ahmet'le giderek seyrelen görüşmelerimiz, dostluğumuzdan bir şey eksiltmemişti. Ama anlayamadığım bir şey vardı, çok şey bilen, yaratıcı düşünceleri olan Ahmet, halen işsiz ve başarısızdı.
Her "buyük projesi" olduğunda bunu dostlarıyla paylaşır, herkesi umutlandırır, ama nedense projelerinin çoğu daha başlamadan iflas eder, başlayanlarsa daha yarı yolda sonlanırdı.
Bir keresinde Ahmet'e hiç düşünmeden şöyle demiştim:
-"Ahmet sen projelerinle, hem para kazanmak, yaşamını kurmak istiyorsun, hem de bu projelere şiiri, toplumsal kurtuluş gibi ideallerini ekliyorsun. Bana kalırsa gözünü karartıp, birilerinin ayağını kaydırıp başarılı olacağın o kritik anda, şiir okuyup, insanların kurtuluşdan bahsediyorsun. Bu yüzden de sepetleniyorsun."
Belli ki bunları daha önce düşünmüşüm, o on kolaycacık ağzımdan bu sözler başka nasıl çıkabilirdi ki. Zaten ondan sonra da görüşmelerimiz tümüyle kesilir gibi oldu.
Turgenyev, Ahmet'i hissetmiş miydi?
Yo, O, bana kızmamıştı, çok iyi yürekli, saf bir insandı, ayrıca kin tutmazdı da. Ama diğer bir yandan da, öyle büyük laflar ediyor, öyle büyük ideallerin peşinde koşuyordu ki, bütün bunların yanında savundukları ve kendisi için hiç bir icraatta bulunmaması insanı sinir ediyordu.
Artık onun kendini tekrar hali beni biraz bunaltmıştı, ne yalan söyleyeyim, eskisi gibi onu görme isteğimi yitirmiştim. Zira onu her gördüğümde, "gereksiz insan" diyordum içimden.
Bu 'gereksiz insan' nitelemesini de Turgenyev'den öğrenmiştim.
Gariptir, Turgenyev'in Rudin'iyle, Ahmet'i özdeşleştirir olmuştum. Ama inanın ki, Ahmet'i çok seviyordum. Onu küçümsediğimi de düşünmeyin. Sadece üzülüyordum onun için. Gerçekçi bulmuyordum onu. Ama yıllar sonra ne bilirdim ki, ben de Ahmet gibi olacağım. Ahmet'i gerçekçi bulmayan ben, şimdi de gerçeğin içinde yaşanılan verili durum olmadığını anlamış bulunuyordum.
Bunu anladığımda Ahmet çoktan yurtdışına yerleşmişti. Orada hiç olmazsa bir şeyler yapar diye sevinmiştim. Şu an, yaşadığım şaşkınlığı ve sevinci size anlatamam.
Ona, ardı arkası gelmeyen sorular soruyor, daha yanıtlamadan araya başka konuları sokuyordum. Yıllar insanları değiştiriyordu evet. Ama Ahmet'in nedense sadece saçları beyazlamış, biraz göbeklenmiş, yüzü, bakışları ise aynı, tabii yorgun da.
- "Danimarka'ya ne zaman dönüyorsun Ahmet?" diye sormak istemedim. Çünkü hemen 'yarın dönüyorum' demesinden korkuyordum. Ama sormama gerek kalmadan O, "bildiğin kiralık bir ev var mı? Ev arıyorum" demesin mi! Sevinçle karışık bir şaşkınlık yaşadım önce. Sonra, irkilir gibi oldum, yoksa?...
Hep aynı hikaye...
Kahretsin ya, Ahmet'in yaşamında değişen hiç bir şey olmamıştı. Hikaye kaldığı yerden devam ediyordu. Yine savrulan bir Ahmet. İçimden bir ses, "sen kendine baksana kızım" dedi. Ben de, "gereksiz adam" çığlığıyla bastırıyordum içimdeki sesi.
Attığı adımlardan, tamamlanmamış yollardan, bir sürü yarımlardan bahsetti Ahmet. En son aklımda kalan ise, Avrupa ülkelerinde bulunan Türk vatandaşların haklarıyla ilgili olanıydı. Türkler'in yoğun olarak yaşadığı Almanya'da gelişen ırkçı tavırlara karşı bir oluşum örgütlemiş.
Bu oluşum, uluslararası bir projeye de dahil olacağından, maddi karşılığı da olacakmış ve bununla olarak hayatını da düzene sokacakmış. Ama nasıl olmuşsa olmuş, arkadaşı ondan habersiz gerekli bağlantıları kurup, onu saf dışı bırakmış. Onun sonradan haberi olmuş bütün bunlardan. Ben sesizce anlattıklarını dinlerken, "oralarda daha fazla kalmak istemedim" dedi.
Ağaçlardan akan sarı yapraklar masamızın üzerine yığılmış, bir tuvalde sonradan şekillenecek hoş bir resim halini almıştı. Garson çocuk, çay bardaklarını alıp, masamızdaki yaprakları temizleyip gittiğinde, ikimiz de bir süre sessiz kaldık. İlk konuşan ben oldum yine. Elini tuttum, "Ahmet" dedim, "Rudin'i biliyor musun, Turgenyev'in Rudin'ini?" Hiç yitirmediği heyecanıyla yüzüme bakmaya başladı. Bense, Ahmet'ten çoktan uzaklaşmış monolog yapar gibi, daha çok sesli düşünerek konuşmaya başlamıştım:
-"Şimdi yirmi birinci yüzyıldayız. Ama nasıl oluyor da, ondokuzuncu yüzyılda yaratılan bir karakter bugünün insanına da karşılık geliyor. Turgenyev'in Rudin'i de her şeyi biliyor, toplum yaşamının öncelikle değişmesi gerektiğini fark ediyor ama hiç bir şey yapamıyordu. Turgenyev, Rudin'lerin yirmibirinci yüzyılda fazlalaştığını görseydi ne yapardı? Bu yüzyıldaki Rudin'leri hissetmiş miydi yoksa?"
Verimsiz kalan güçler...
İlk olarak Rudin söze başladı:
Evet kardeşim, diye konuştu, şimdi Koltsov'la birlikte, "Ey gençlik, sen beni ne duruma getirdin, hiçbir yere adım atacak gücüm kalmadı," diyebilirim. Oysa hiçbir işe yaramaz mıydım, yeryüzünde benim için gerçekten de iş mi yoktu?
Bu soruyu kendime sık sık sorardım ve kendi gözümde her ne denli alçalmaya çalışıyordumsa da, bütün insanların payını alamadığı güçlerin kendimdeki varlığını duymadan da olamıyordum! Öyleyse, bu güçler neden verimsiz kalıyor?
Hem de üstelik, anımsıyor musun, seninle birlikte Avrupa'dayken, ben gururlu ve yapmacıklardan hoşlanan biriydim. Gerçekten, o zamanlar ben ne istediğimi açıkça göremiyor, sözlerle sarhoş oluyor ve düşlemlere inanıyordum; ama şimdi, sana ant içerim ki, şimdi ben istediğim her şeyi yüksek sesle, herkesin karşısında söyleyemiyorum. Kesin olarak gizleyeceğim bir şey yok; sözcüğün tam anlamıyla ruhsal olarak ben iyi niyetli bir insanım; azla yetiniyorum, duruma ve koşullara uymak istiyorum, az bir şey istiyorum, yakın bir hedefe ulaşarak hiç olmazsa azıcık bir yarar sağlamak istiyorum. Ama, yok, başaramıyorum! Bunun anlamı nedir? Ötekiler gibi yaşayıp iş yapmama engel olan nedir? Şimdi, yalnızca bunun için düşlem kuruyorum; ama daha ancak belirli bir duruma gelmiş, bir noktada henüz duraklamışken, yazgı beni hemen alaşağı ediyor... Ben ondan korkmaya başladım; yazgımdan... Acaba bütün bunlar neden? Bana bu bilmeceyi çöz bakalım!
Kurşun yüreğini...
Dostlar kucaklaştı. Rudin hızlı adımlarla çıktı. Lejnev, odada uzun uzun ileri geri dolaştı, pencere önünde durdu, düşündü ve kısık bir sesle, "Zavallı," diye mırıldandı ve iskemleye oturarak karısına mektup yazmaya başladı.
Dışarıda bir rüzgâr koptu; korkunç bir iniltiyle eserek şangırdayan camlara çarpıyordu. Dünyayı uzun bir güz gecesi kapladı. Böyle gecelerde, çatı altında sıcacık bir köşesi olanlara ne mutlu... Ve Tanrı yersiz yurtsuz dolaşan serserilerin yardımcısı olsun!
26 Temmuz 1848 gününün sıcak bir öğle üzeri, Paris'te "Ulusal İşlikler" başkaldırısı hemen hemen bastırıldığı bir sırada, Saint-Antoine Mahallesi'nin dar sokaklarından birinde, bir tabur asker bir koruganı ele geçiriyordu.
Birkaç top ateşi, bunu artık yerle bir etmişti; buranın, henüz sağ olan savunucuları bulundukları yerleri bırakıp kendi canlarını kurtarma kaygısındayken, devrilmiş bir yolcu arabasının delik deşik sandığının ta tepesinde, uzun boylu, eski ceketli, beli kırmızı bir şalla sarılı ve dağınık ak saçlı başında hasır şapka olan bir adam göründü.
Bir elinde kırmızı bir bayrak, ötekinde de eğri ve kör bir kılıç tutuyor; yukarı tırmanırken ince sesiyle bir şeyler haykırıyor ve bayrakla kılıcı savuruyordu. Bir Vensen nişancısı ona nişan aldı ve ateş etti... Uzun boylu adam bayrağı bırakıverdi; kendisi de, birinin ayaklarına kapanırcasına, çuval gibi yere yıkıldı... Kurşun yüreğini delip geçmişti. (AS/EÖ)
Not: Bu yazıdaki İTALİK-BOLD olarak dizilmiş bölümler, Turgenyev'in Rudin adlı romanından alıntılanmıştır.