Hollanda’nın Rotterdam kentinde bu yıl 26 Ocak-6 Şubat tarihleri arasında organize edilen Rotterdam Uluslararası Film Festivali (IFFR) daima olduğu gibi belgeselleriyle de dikkat çekti.
Hindistan’ın medarıiftiharı Bollywood’un meşhur dublörlerinden İsrailli güzeller güzeli aktris Ronit Elkabetz’in son günlerine, anarşist pop grubu Chumbawamba’dan Ukrayna’daki AVM dehşetine, gayet geniş bir spektrumla karşı karşıya kaldım. Ayrıca ABD’de country müzik piyasasında çok aktif ve başarılı olmalarına rağmen yıllarca dışlanan lezbiyen sanatçılardan, İtalya’da 1968-1978 döneminin öğrenci ve işçi hareketinin gücüne ve ayrıca Sovyet sinema ve tiyatrosunun en kendine has oyuncularından Alla Demidova’nın hikâyesine odaklanmak gayet zevkli oldu.
Dublör deyip geçme!
Hindistan sinemasının boyutları düşünüldüğünde çok ünlü aktörlerin dublörlüğünü yapanların da azımsanmayacak bir kariyere sahip olabildiğini tahmin etmek mümkün.
Hindistan 2022 yapımı A.K.A. (URF) adlı 94 dakikalık belgeselde yönetmen Geetika Narag Abbasi kimliklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmış dublörlerin üç tanesine odaklanıyor. Her sokağa çıktıklarında halk tarafından çok büyük alakayla karşılanmalarına rağmen tevazularını asla kaybetmiyorlar, hayata bakış açılarında dingin ve olgun tavırları ön plana çıkıyor.
Onları gündelik hayatlarında aileleriyle gayet uyumlu bir hayat sürerken takip ediyor, taklit kabiliyetine sahip olmanın değeri konusunda ikna oluyor, ayrıca şarkı söylemek veya stand up yapmak gibi başka meziyetlerden mahrum olmadıklarını da görüyoruz. Her ne kadar mazide kalmış olsa da Bollywwod’da dublörlerin başrolde olduğu filmler de büyük gişe başarısı kazanmış.
Belgeselin alçak gönüllü kahramanları sinemanın kendilerine sağladığı geniş spektrumlu hayatın artılarının ve eksilerinin farkında, seyircinin önünde saygıyla eğileceği bir imaj sergiliyorlar.
Akdenizli aktris
İsrail sinemasının en parlak yıldızlarından biriyken Ronit Elkabetz’in 51 yaşında vefatı sinemaseverleri sarsmıştı. Fas kökenli Yahudi bir ailenin kızı olarak doğan Ronit coğrafyamızdan kesinlikle aşina olduğumuz klasik Akdeniz güzelliğine sahip olduğu gibi sinemadaki birçok rolünde sergilediği kabiliyetiyle de kendine tüm dünyada bir hayran kitlesi oluşturmuştu.
Gayet yakın olduğu erkek kardeşi Shlomi Elkabetz’in yönettiği 2021 İsrail yapımı 209 dakikalık Black Notebooks (Cahiers Noirs) adlı film bizi Ronit’in mümkün olabilecek en samimi anlarına dahil ediyor.
(Makyajsız ve ayrıca hasta haliyle kamera karşısında bu kadar rahat olmak her sinema oyuncusunun harcı değil!)
Son yıllarda iki kardeş beraberce filmlere imza atmış, Fas kökenli babanın, yine Fas kökenli anneleri üzerinde kurduğu baskıya dikkat çekmeye çalışmışlardı. Dinin kadını nasıl aşağıladığı, kadınlara tanınan hakların eksikliği, din güdümlü toplumun çarpıklığı filmlerinin esas mevzusunu oluşturuyordu.
Shlomi’nin elinden düşürmediği kamera ne yazık ki filmin geniş bir kısmında bizi Ronit’in hastalığıyla mücadele ettiği anlara dahil ediyor ve hikâyenin nasıl sona ereceğini bildiğimizden olsa gerek, adeta “röntgenci” pozisyonuna sokuyor.
Ronit’in sevimli ve hayat dolu kişiliğine bir kez daha şahit olurken babasının en başta dindarlığı yüzünden kızını hasıl tesir altında bıraktığını, hassas ve kırılgan anlarında da izlediğimiz kahramanımızı aslında ne kadar üzmüş olduğunu da idrak ediyoruz. Benzer dinamiklerden mustarip Shlomi de Ronit’le daima dayanışma içinde olup şiirsel yanlarını da inkâr edemeyeceğimiz bu belgeselle ona layıkıyla veda ediyor.
Anarşistlik kolay değil!
90’ların sonunda dünyayı kavuran grup Chumbawamba ve akılda kalan nakaratı “I get knocked down” ile hatırlanan Tubthumping adlı şarkılarıydı. Grub aslında 1982 yılından beri aktifti fakat tek şarkılık başarıyı yakalamalarıyla unutulmazlar listesine giriverdiler.
Grubun üyelerinden Dunstan Bruce ile Sophie Robinson’ın yönettiği I get knocked down adlı 87 dakikalık 2021 Birleşik Krallık yapımı belgesel bizi ister istemez nostaljiye sürüklüyor. Aslında grup üyelerinin en büyük ikilemlerinden biri, gayet anarşist bir maziye sahip olmalarına rağmen popüler kültürün, ticari müzik piyasasının, her şeyi bir ürün haline getiren kapitalizmin kıskaçlarından bilhassa ruhsal olarak etkilenmeden nasıl yola devam edileceğiydi. Tüm dünyanın göz bebeği haline geldikten sonra sistemin çarklarını döndüren herhangi bir dişli olmaktan kaçınmak mümkün müydü?
Yoksa ister istemez kapitalizmi besleyen herhangi bir ürün haline gelip bir seçim yapmaya mı zorlanmışlardı?
Kariyerlerinin muhtelif safhalarında hayvan hakları savunucusu ve barış yanlısı olmuşlar, sınıf çatışması, Marksizm, feminizm, gey özgürleşmesi ve antifaşizm meselelerine kafa yormuşlardı. Bunu pop müzik çerçevesinde yapmışlar, ellerine her geçen fırsatta çıkıntılıklarını layıkıyla ispat etmişlerdi. Bir ödül töreninde bir bürokratın çürümüşlüğüne dikkat çekmek için başından aşağıya yemek tabağını dökmeleri bugün bile hatırlanan cesur bir davranıştı. Punk kökenleri öfkelerini dile getirdikleri anda mutlaka ortaya çıkıyordu.
Şirin belgesel ön planda bize rehberlik eden Dunstan Bruce sayesinde gayet zevkli bir seyirlik haline geliyor ve günümüzde dünyaya hâlâ hâkim olmaya çalışan çarpık sistemde seyirciye kendi duruşunu da sorgulatıyor.
Her şeyin yenisi makbul değil!
Son yıllarda Türkiye coğrafyası dahil, gezegenin birçok köşesinde eski binalar büyük bir iştahla yıkılıyor, bazen bir iyilik yapılırmışçasına yerine yepyeni tekniklerle aynıları inşa edilebiliyor.
Hayatının büyük kısmını Ukrayna’nın başkenti Kiev’de sürdürmüş Florìan Jur’jev meselenin bu kadar basit olmadığını ifade edip duruyor. Modernist mimariye uygun olarak tasarımını yapmış olduğu, uzay mekiği şeklindeki çok kullanımlı mekânın bir AVM’ye kurban gitmemesi için verdiği mücadele görülmeye değer.
Yönetmenliğini Oleksiy Radynski’nin üstlendiği 2022 Ukrayna yapımı 70 dakikalık Florian adlı belgesel ibretlik mesajlarla dolup taşıyor.
Filmin kahramanı esasen bir ışık ve ses ustası, renkle müziğin arasında kesinlikle bağlar olduğunu savunan ve bunu eserleriyle dışa vuran bir dâhi. Gayet estetik izlenimsel filmler çekmişliği de var, fakat onlar arşivlerde tozlanmaya adeta terk edilmiş vaziyette. Geniş kültürünü dışa vurma biçimleri sayesinde ona kolaylıkla hezârfen denilebilir.
Ne var ki günün birinde Vagif Aliyev adlı bir iş adamı Kiev’in merkezine devasa bir AVM kondurmaya girişiyor; yaşına ve hastalığına rağmen Florian, Trump’ın tavsiyelerine uyan ve sözlerini asla tutmayan sevimsiz adamla mücadeleye girişiyor. Amaç uzay mekiğinin heyula gibi AVM tarafından yutulmamasıdır. Acımasız inşaat sektörünün çok bilinen agresif tavrına rağmen belediye temsilcilerinin de katıldığı muhtelif toplantılarda bu değerli mimari öge korunmaya çalışılıyor, fakat zaman geçtikçe, kendini ancak basit argümanlarla ifade edebilen bürokratların da dahil olduğu geniş bir grubun yeni inşaattan nemalandığı seziliyor.
Kaderin cilvesi misali, inşaat bitemeden büyük bir çöküntü sonucunda çevreyi su basıyor, inşaat faaliyeti durduruluyor ve filmin sonunda öğrendiğimiz kadarıyla Florian’ın eseri korunmaya değer mimari bir değer olarak tescilleniyor, darısı başımıza…
Eşcinsel olmak da kolay değil!
Bir kadının lezbiyenliğini ifade edemediği ortamlardan bir tanesi, yıllar boyunca erkek egemen kalmış country müziğinin şekillendiği çevrenin ta kendisi. Nashville merkezli, country radyosunun diktası altındaki ABD’nin halk müziği sayılabilecek sektöründe zaten kadınlara yönelik önyargı ve ayrımcılık oldum olası vardı. Bunun yanında, bilhassa son kırk yılda country piyasasında başarısını kanıtlamış söz yazarları, besteci ve şarkıcı kadınlar arasında eşcinselliklerini bilhassa saklamak zorunda kalanlar çoğunluktaydı.
Yönetmenliğini T.J.Parsell’in üstlendiği Invisible: Gay women in southern music adlı 2021 ABD yapımı 107 dakikalık belgesel televizyon estetiğiyle çekilmiş olsa da çarpıcı içeriğiyle seyirciyi perdeye kenetliyor.
Kaba saba erkeklerin kadınları serbestçe kullanma, ezme veya taciz etme hakkına sahip olduklarını düşündükleri bir sektörden bahsediyoruz. Tüm olumsuz şartlara rağmen belgeselin kahramanları sessiz sedasız da olsa country müzik dünyasındaki yerlerini yıllar içinde sağlamlaştırıyor, zirveye çıkmış birçok parçanın altında onların imzası okunuyordu.
Aralarında kendini dürüstçe ifade edemediği veya kendini azınlıkta ve dışlanmış hissettiği için müzik piyasasını terk etmiş olanlar da var. Dünyaca tanınan K.D.Lang’in bir zamanlar country müziğe ilgi göstermesiyle sektörde yeşeren ümitler lezbiyen şarkıcının pop müziğe yönelmesiyle sönmüştü ne de olsa.
Filmde ilk defa eşcinselliğini paylaşanlar dahil artık çoğu cinsel yönelimini saklamıyor. Meşhur sanatçı Emmylou Harris belgeselin kahramanlarıyla buluşup değerli anılarını paylaşıyor, Linda Ronstadt parkinson yüzünden piyasayı çoktan terk etmiş olmasına rağmen eski vokalistinin hatırına şarkı bile söylüyor. Filmin tesirli anlarından bir tanesi eskiden yıldız olan şarkıcı Chely Wright’ın eşcinselliğini açıklamasıyla piyasa tarafından nasıl afaroz edildiğine dair anlatımı.
Gayet cilalı ve ilerici gibi görünse de muhafazakâr, hatta gerici kafaların hâkimiyetinde olmaya devam eden tüm müzik çevrelerine duyurulur!
Hayatı geri alalım; şimdi ve ilelebet
İtalya’da 1968-1978 arasına denk gelen on yılda aslında dünyada örneği görülmemiş yoğunlukta bir direniş doludizgin sürmüştü. Öğrenci hareketi olarak başlayan mücadele zamanla işçi hareketiyle birleşmiş, çok geniş halk kitlelerini dahil ederek yoluna gümbür gümbür devam etmişti. Tabii ki devlet işlerin kontrolden çıktığını anlayınca sinsi müdahalelere başlamış, Gladyo olarak bilinen derin devlet güçleri sayesinde yavaş yavaş tüm ihtimallerin önü tıkanmıştı.
Yönetmen hanesinde Silvano Agosti’yi gördüğümüz Ora e sempre riprendiamoci la vita (Now and forever get back to life) adlı 2018 İtalya yapımı 94 dakikalık belgesel seyirciyi adeta çalkalıyor.
Grevlere, tartışmalara, sanatsal dışa vurumlara, statükoyu temsil edenlerle çatışmalara anbean dahil oluyoruz, devrimci bir akımın içinde mütemadiyen sürükleniyoruz. Kamera bizi hadiselerin tam ortasına sokuyor, havada hissedilen heyecan, coşku, ümit seyirciye birebir bulaşıyor. Siyah beyaz arşiv görüntüleri bir koreografi misali montajlanmak suretiyle perdeye yansıyor, insana bu gayet elektrikli ortama kayıtsız kalma ihtimali bırakmıyor. Arada karşımıza çıkan bazı açıklama yazılarının fontunun ilkelliği rahatsız edici olsa da günümüzde kesinlikle incelenmesi gereken bir belge olarak filme Türkiye’de mutlaka alaka gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Tarkovski’nin oyuncusu olmak zor…
Bir zamanlar Sovyetler Birliğinde, sonra da Rusya’da oyunculukta muvaffak olmuş Alla Demidova sinema, tiyatro ve televizyon yönetmenlerinin her zaman tercih ettiği bir aktris değildi. Kendine has karakteri ve aslında politik olan seçimleri yüzünden zaten kendisinden beklenen sansasyonel kariyere yüz vermemiş, daha çok trajik karakterlerle tanınır olmuştu. Belki de dünyayı tasa ve üzüntülerin mekânı olarak kabul ettiğinden kendine öyle bir yol çizmişti.
Yönetmenliğini ve anlatıcılığını Rusya’nın önde gelen sinema kişiliklerinden Lyubov Arkus’un üstlendiği What beat you nothing adlı Rusya 2021 yapımı 131 dakikalık belgesel seyirciye memleketin bilhassa tiyatrosu ve sinemasının tarihi hakkında geniş bir skala sunuyor.
Kariyerinin başlarında sinemada tam aradığını bulamamış olan Demidova, Tarkovski’nin Ayna filminde küçük bir rol almış olsa da aslında tam kendisine göre bir yönetmen bulmuştu. Meşhur sinemacı da Demidova’nın kabiliyeti hususunda hiç kuşku duymuyordu fakat onunla tekrar çalışmaktan daima kaçındı. Demidova sonraki sinema kariyerinde genelde çok da yüceltilmeyen eserlerde rol aldı; sanki edindiği statüyü kaybetmekten korkuyor, risk almıyordu. Ama seyirci onu seviyor, ondan beklenmeyecek bir şey yapsa da ondan vazgeçmiyordu.
Tiyatroda parlaması, başrolü oynayan muhalif sanatçı Visotski ile sahneyi paylaştığı Hamlet’teki kraliçe rolüyle olmuştu.
Eski düzen allak bullak olduğunda herkes gibi o da bir süre hangi yolu seçeceğini bilemedi, Yunanistan’ın medarıiftiharı, tiyatro yönetmeni Terzopoulos’la klasik tragedyalardan geniş bir repertuvar oluşturarak sanatını tekrar konuşturunca seyirci bir kez daha şaşakaldı.
Belgesel çekiminden hem rahatsız olup hem de bir çeşit zevk aldığını gördüğümüz Demidova günümüzde daha çok şiir okumalarına katılıyor; fakat şiirleri okuduğu mekânlarda yemek yenilip sohbet edilmesinden ne kadar rahatsız olduğunu daha en başta dobra dobra ifade ediyor.
Sonuçta anladığımız kadarıyla Demidova doğru da olsa yanlış da olsa kararları hep kendi veriyor ve bedelini ödemek zorunda kalacağını bile bile yoluna inatla devam ediyor. Onun etrafında şekillenen dinamikler ve düşünceler seyirciyi bir duygu ve beyin jimnastiğine sürüklüyor.
Yıldız Kenter belgesel projesinin gündeme geldiği bu günlerde Alla Demidova hakkındaki, klasik bir sanatçı portresi olmaktan uzak bu belgeselin ilham verici yönünü kale almakta fayda var… (MT/AS)