"Em dibêjin ku mirovên me yên ku li Mezopotamyayê dijîn weke mirowên din liyaqî tiştên baş in."
"Bizler Mezopotamya'da yaşayan insanlarımızın, diğer insanlar gibi iyi şeylere layık olduğumuzu düşünüyoruz."
Biri Kürtçe, diğeri Türkçe olarak yazdığım bu iki cümle bu hafta sonu katıldığım "Mezopotamya Tıp Günleri"nin başkanı Sevgili Dr. Selim Ölçer tarafından kongrenin bilimsel oturumunun başlangıcında söylendi.
İhtimal vermiyordum...
Dün akşam gerçekleşen kongre açılışında da Dr. Tarık Ziya Ekinci kendi başından geçen bir örneği anlatırken aynı şeye vurgu yapmıştı.
Bu coğrafyada yaşayan Kürtler dahil kimsenin aklının bile ucundan geçiremeyeceği bir örneğin şimdi gerçekleştiğini ve yaşandığını ortaya koydu.
Doğrusu ben de bu coğrafyada 25 yıldır yaşanan bu sancılı sürecin buralara kadar gelebileceğine ihtimal vermiyordum.
Ama bunun yani "barış"ın olmasını yüreğimin derinliklerinden diliyor, aklımın kıvrımlarında bunun olabilirliğini düşünüyor, bunun için hükümetlerden, yöneticilerden, önderlerden daha çok gündelik yaşamda üzerlerine düşen görevleri, mesleklerinin gereklerini yerine getiren insanların yapabilecekleri pek çok şey olduğunu görüyor, öneriyor ve atılan olumlu adımlara dair desteğimi de her platformda ifade etmekten çekinmiyordum.
Bugün gelinen noktada, yaşanan bu örnekte doğrudan bir payım varmı, bir katkım oldu mu bunu bilmiyorum. Ama gerçekleşmesine dair duygu ve düşüncelerimi daha önceleri de yine bu sayfalarda anlattığım "Mezopotamya Tıp Günleri"ni izlemenin, bir tarihsel olaya tanıklık etmenin benim için büyük bir onur ve mutluluk olduğunu bir kez daha sizlerle paylaşmak istiyorum.
"Dil"i değiştirmek
Kongre sırasında günümüz dünyasının sağlık hizmet organizayonlarını ve bunun ardındaki ideolojik, politik temelleri ortaya koyan sevgili hocam Feride Aksu konuşmasında "reform" sözcüğüne vurgu yaptı. "Reform"un "iyileşme, olumlu gelişme" anlamına geldiğini ancak sağlık alanında yapılanlara salt bu nedenle, yani insanlar ve toplumlar açısından bir iyileşme ve olumlu gelişme sağlamadıkları için "reform" denilemeyeceğini söyledi.
Evet tam da ilk yapılması gereken bu bence. Yeniden bir dil ve sözlük oluşturmak, ya da daha doğrusu anlamı değiştirilerek bize dayatılan sözcüklerin doğrusunu ortaya koymak gerek. "Reform"un ne olduğunu, "barış"ın ne olduğunu, "demokrasi"nin ne olduğunu, "özgürlüğün" ne olduğunu...
Örneğin eğer iyileşme ve olumlu gelişme yaratmıyorsa, ülkemiz sağlık ortamından "sağlıkta dönüşüm reformu" diye sunulanın bir "reform" olmadığını ortaya koymak, dolayısıyla bir başka dil geliştirmek artık bir zorunluluk.
İşte bu dili geliştirirken iki tane önemli nokta var bence: Bunlardan birisi ortaya çıkacak bu dilin öncelikle bir "barış" dili olması. Dillerimiz farklı olsa da, değişik sözcüklerle ifade etsek de, birbirimizi anlamamız için önce bu dili var etmek, bu dilin içinde "barış" sözcüğünün aynı anlama gelmesini sağlamak ve bunu her aşama ve evrede sürdürmek gerekiyor.
İkincisi de "ben seni anlamasam da sen beni anlamak zorundasın" düşüncesinden vazgeçmek ve eşitliği gerçek ve mutlak olduğunu iliklerimize kadar hissetmek,sonunda birlikte yaşadığımız ve yaşamı birlikte sürdüreceğimiz insanların ne dediklerini anlamaya çalışmak.
Herkes kendini en iyi kendi dilinde yani ana dilinde kendini ifade edebilir.
Sözcüklerin anlamları, anlamların ardındaki gerçekler ve onların nüansları ancak öyle ortaya çıkabilir.
O zaman benim birlikte olduğum ve birlikte birşeyler yapacağım insanları anlayabilmem için öncelikle onların kendilerini kendi dillerinde, kendi düşündükleri gibi ifade edebilmelerinin yolunu açmak gerekir.
Tıp ve sağlık hizmet alanı bunun en doğrudan göründüğü, yaşandığı alanlar arasındadır. Onun için sağlıkçılar, hekimler eğer "hastalığı" değil "sağlığı, "kötülüğü ya da bozukluğu" değil "iyiliği" önceliyorlarsa bunu yapmak zorundalar.
"Kürtçe" bir kongre
Belki biraz gecikmeyle de olsa şu ada Diyarbakır'da gerçekleşen "Mezopotamya Tıp Günleri"nde bu yapılıyor.
Kürtçe belki de ilk defa bu coğrafya da bu kadar "resmi" ve bu kadar "kabul edilebilir" bir dil olarak konuşuluyor.
Kongre sırasında ilk fark ettiğim dikkati çeken noktalardan birisi şu: Sunum ya da konuşma yapanlar kürsüye çıktıklarında ya da inerlerken "Kürtçe" bir iki sözcük söylemezlerse sanki bir yerlerde bir şeyleri eksik bıraktıklarını düşünüyorlar. Bu duygu onlardan bize, salondakilere izleyicilere geçiyor.
1983'den beri bu coğrafyanın dağlarında bayırlarında "işim bu olduğu" için gezen ben, bu güzelliğe tanık olduğum için kendimi bu kadar iyi hissederken, belki de ilk defa bir yandan da bir o kadar da "kötü" duyumsuyorum.
Çünkü benim de bir yerlerde bıraktığım bir eksiklik var. Eksik bıraktığım bir şeyler için bu hissettiklerim. Öğrenebilecekken öğrenmediklerim için. Neden burada anadillerini konuşarak derdini anlatan insanları, örneğin İngilizce konuşan birisi kadar anlayamıyorum diye kendi kendime soruyorum.
Ama bir yandan da bunun, en azından bir farkındalık yaratma açısından bir olumluluk olduğunu düşünüyorum bir yandan da.
Farklılıkları fark etmenin de, onları kabul etmenin de, o kabulün ardından birlikte yaşamı yeniden örmenin de tek yolu bu bence: Değişmek ve değiştirmek için önce yaşamak gerek. Diyarbakır'da ve bu coğrafyada şu anda bu yaşanıyor.
Keşke bunu tüm anadolu, tüm ortadoğu, tüm avrupa ve tüm dünya anlayabilse ve farkına varabilse.
Barış dili, halkın dili
Geçen hafta İstanbul'da izlediğim Johan Galtung'un Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiği "Sözün Gücü: Çatışmayı Nasıl Betimler ve Çözeriz?" başlıklı konferansın sonunda soru sorarken yaptığım yorumu bir kez de burada yeniden ifade edeyim:
"Savaşlara devletler, hükümetler karar verir. Ama savaşanlar halklardır. Barışa da onlar karar veriyor. Onlar bu kararı verene kadar halklar yani bizler savaşı yaşıyor, ölüyor, sakat kalıyoruz. Gelin kurguyu değiştirelim. Bizim halklar olarak birbirimizle sorunumuz yok. Bizim bu halkın içindeki insanlar olarak savaşla işimiz yok. Bizler savaşmak yerine çatışmalarımızı yüreğimizin içinden gelen duyguların ve sevginin gücünü rehber kıldığımız aklımızla çatışmalarımızı çözümleyebiliriz. Görevimizi böyle belirlemeli ve hem bu coğrafyada hem de tüm dünyada "barışın dili"ni kurabilmeliyiz.
"Mezopotamya Tıp Günleri" bu yolda üzerine düşeni şimdilik yapıyor. Bunu desteklemek ve sürekli kılmak da hepimizin görevi. (MS/EÖ)