Daha İTÜ stadyumuna varmadan kampusun girişinden itibaren yoğun bir kalabalık var. Bitecek gibi değil. İçeri girdikten sonra arkamızdan gelenlere bakıyorum. Herkesin gözünde aynı heyecan. Sadece bizim kuşaktan değil gelenler, şimdilerde 30’lu, 40’lı yaşlarını sürenlerden, kendimden ve benzerlerinden bahsediyorum. Daha 1960’lı yılların sonunda Pink Floyd’un kurulduğu yıllarda onlarla tanışanlar da vardı aramızda, bugün henüz 15’inde olanlar da.
Öncelikle cep telefonlarıyla orada olacağını bildiğimiz arkadaşlarımızla ulaşıp buluşma telaşındaydık. Birçok arkadaşımı da gördüm; eskilerden, ta lise yıllarından misal. Eski sevgililer, eski yoldaşlar, daha yeni tanıştıklarım, çok sevdiklerim, hiç sevmediklerim, varlıklarını unuttuklarım, vaktiyle bir masanın etrafında bir kaç kez buluştuklarım, birlikte iki şiir okuduklarım, şarkı söylediklerim, lisede zaptu rapt altında Comfortably Numb dinlediklerim... Ve elbette hiç tanımadığım binler. Biletler kontrol edilip güvenlikten geçilirken çantasında muhtelif erzak olanlar olanlar sepetlere bırakmak zorunda kaldılar bunları. İçeri dışarıdan yiyecek-içecek sokmak yasak. 50’lilerinin sonundaki bir adam genç güvenlikçiye, “iftar yapacağım, oruç açacağım evladım, içeride kuyruğa geçmeyeyim” dedi, sandviçi ve bir şişe suyu ile geçmeyi başardı.
Stadyuma giden yol uzun, yerleşke büyük. Hafif tepe aşağı konser mekanına doğru yürürken, yukarıdan görebildiğim, büyük bir kalabalık. Hani benzetmek gibi olmasın, Vali Mutlu ve polisler görse, çekinir çevik kuvveti salardı o kalabalığın üzerine, öyle bir kitle. Pek çoğu Gezi Parkı’nda, İstiklal Caddesi, Beşiktaş, Sıraselviler civarındaydılar geçen Haziran boyunca, pek belli. Çoğunun üzerinde Pink Floyd tişörtleri vardı. Bazısı alınlarına üzerinde Roger Waters yazan bandajlar takmıştı, Gülhane Parkı konserlerine dramatik bir atıf gibi. Aralarında tamamen tesadüfen, İstanbul’a turistik seyahate gelmişken havaalanındaki duyurular ile haberdar olup konsere gelen Amerikalı turistler vardı. Arkadaşları birer bilet almış, bir azim buradalar. İTÜ ne, Maslak neresi? Hiç önemi yok, mesele sahnede Roger Waters’ı görmek, baştan sona çalacağı “The Wall” albümünü dinlemek.
Uzun yürüyüşteki sohbetimiz sırasında şehirdeki başka konserlerden laf açıldı “Daha iki hafta önce hafta Iron Maiden da buradaydı” dedim Amerikalı arkadaşa, cevap verdi, “o babaannemin ilgi alanına giriyor ama Pink Floyd’u da çok sever”. Ellerinde bir ziyaret listesi vardı, İstanbul’da görmeden olmayacak yerleri sıralamışlar, Ayasofya’nın hemen altına ikinci madde olarak Gezi Parkı var. “Bir ay boyunca televizyonda İstanbul’daki direnişi izledik, Gezi’yi görmemiz lazım” dedi, gülümsedik karşılıklı. Buralısı, yabancısı herkeste benzer bir hal yani: Alana başkaldırı ruhu hakim, çok belirgin.
Stad girişine varmadan bir tepe var, sahneyi yukarıdan gören. Hemen herkes orada fotoğraf çektiriyor, sahnenin heybetini gösterebilmek, “oradaydım” diyebilmek için.
Bizim biletler saha içinden. Dedim ya, beklenmedik karşılaşmalar, sarılıp öpüşmeler, hal hatır sormalar, yeğeninin elinden tutup konsere getirenler. Kendimize sahneye mümkün olduğunca yakın bir yer bulup beklemeye başlıyoruz. Sahneye hala kocaman bir duvar örülüyor, “the wall” heybetli. Tepemizde kocaman bir uçak, vince asılı, belli ki konserin bir yerinde o uçak duvarın belli bir bölümünü yıkacak. Benim için övünmeye bir bahane daha var. 2006 yılında Kuruçeşme’de bir konser daha vermişti, yine oradaydım. Haydi itiraf edeyim, Pink Floyd’un The Wall’dan daha çok sevdiğim albümlerinden Dark Side of the Moon ağırlıklı bir konserdi, “Wish You Were Here” albümünden hayatta en sevdiğim birkaç parçadan birisini, Syd Barret için yazıldığı aşikar “Shine on you crazy diamond”ı dinlerken kendimden geçmiştim, gerisini hatırlamıyorum! Bunları anlattım ballandıra ballandıra. Derken alaca karanlık çöktü, stattan sık sık “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganları yükseldi.
Yanımdaki gençlerden biri, İngilizce olarak çakmak istedi, verdim. Sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar, Farsça. İran’dan konser için gelmişlerdi. Direnişe dair sloganların ne anlama geldiğini soruyor, ben söylüyorum. Derken sahnedeki devasa duvarın yıkıntıları arasından Roger Waters göründü, ortalık kıyamet gibi: In the flesh...
Müthiş bir atmosfer, izlediğim ilk 5+1 müzik sistemli (!) konser bu, stadın her yerinden geliyor ses. Waters eleştiriyor, savaşları, çok uluslu şirketlerin tahakkümünü, George Bushları, Filistin’in işgalini. Hepsini hatırlatıyor, haksız işgalleri, üzerine bombalar yağdırılan insanları, Irak’ı, Afganistan’ı, 11 Eylül saldırılarını... Öldürülen insan hakları savunucularını, gazetecileri, kardeşim Hrant’ı, Uğur Mumcu’yu, tahkikat komisyonları gibi uygulamalarıyla muhalifleri canından bezdiren ama bir darbe sonrası cunta tarafından idam edilen Adnan Menderes’i, daha yüzlerce insanı hatırlıyor. Koskoca bir duvar sürekli örülüyor konser boyunca, sahneyi tamamen örtüyor o duvar. İşte bu isimlerin tamamı o duvarda şimdi.
Daha konserin başında Gezi direnişini selamlıyor Waters, Türkçe okuyor metni, direniş sırasında ölenleri anıyor, “devlet terörüne hayır” diyor.
Direniş sırasında ölen beş genç insanın fotoğrafları yansıtılıyor sonra. Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük ve Mustafa Sarı. Boğazımızda birer düğüm. Gezi direnişi sayesinde artık duvardaki bir tuğla olmadığının farkında herkes. Sonra twitter’dan öğreniyoruz Ali İsmail Korkmaz’ın büyük bir Pink Floyd hayranı olduğunu... Facebook sayfasındaki Pink Floyd tişörtlü fotoğraflarını görünce hüznümüz katlanıyor.
“Duvar”da Hrant’ın resmi göründüğünde “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” sloganı atmaya başlıyor bir grup insan, nedense pek karşılık bulmuyor statta. Neden bulmuyor peki, ne çabuk unuttuk?
Konsere verilen arada duvara dakikalarca mücadele verirken, devletlerin, diktatörlerin, hunhar rejimlerin katlettiği insanları, nasıl öldüklerini görüyoruz, bir farkındalık oluşuyor. Ne kadar çok İranlının isimi var duvarda, hala hatırlıyor muyuz 2009’daki “yeşil devrim”i? Unutanlar varsa da, birden hatırlıyor. Çünkü önce sahnenin solundan kadınların ağırlıkta olduğu bir gruptan Farsça “Kahrolsun diktatör” sloganları yükseliyor, karşı tribünden diğer İranlılar katılıyor slogana. Şaşırıyoruz, “ne kadar İranlı var statta!”. Hemen yanımdaki İranlı çocuk başlangıçta yaptığım slogan çevirilerine mukabele ediyor, Farsça sloganı çeviriyor kulağıma, dilimiz döndüğünce katılıyoruz Farsça slogana, her yerdeki diktatörlere söyleyecek enternasyonal laflarımız var.
Müthiş bir konser izledik, tek tek şarkılara, The Wall şarkıları boyunca duvarda izlediğimiz akıl almaz video projeksiyonuna, “Another Brick in the Wall”da Türkiyeli çocukların Waters ile birlikte gösterdikleri süper performansa filan değinmeyeceğim. Waters, konser sonunda mealen “192 ülkede konser verdik. Bizim burada yapmak istediğimiz şeye en iyi karşılık bulduğumuz yer burasıydı. Sizi hiç unutmayacağız” diyor.
Son söz: Duvarları beraber yıktık, sadece bir konser değildi, söyleyecek sözümüz vardı, Gezi’de söylemiştik, bu kez Roger Waters ve ona eşlik eden muhteşem müzisyenlerle beraber bir daha söyledik. (BT/HK)