"Unutma Bizi", Şanver İsmailoğlu'nun 1984 yılında bir MTA mühendisi olarak ekibiyle maden aradığı Roboski'de başından geçenleri anlattığı bir anı kitabı. Bir anı kitabı genelde acı tatlı hatıralardan oluşur ancak "Unutma Bizi"de tatlı hatıralar da acı hatıralara tabi ne yazık ki...
Şanver İsmailoğlu, 1958 yılında Sürmene'de doğmuş. 1979 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünü bitirmiş. 1980'le 2006 yılları arasında MTA Genel Müdürlüğü'nde çalışmış. Jeoloji Mühendisleri Odası II. Başkanlığı, TMMOB Yönetim, Yürütme ve Yüksek Onur Kurulu'nda üye olarak yer almış. TMMOB için başta sel, heyelan ve deprem olmak üzere birçok konuda basın organları için rapor hazırlamış. Çeşitli mecralarda çevre, ekoloji ve politika konuları üzerine yazılar yazmış.
İsmailoğlu'nun İmge Kitabevi'nden çıkan "Unutma Bizi" kitabı, yazarın 1984 yılında üç ay Silopi, altı ay da Uludere'deki MTA kamplarında mühendis olarak çalıştığı dönemde başından geçen anılardan oluşuyor. Ancak ne tür anılarla dolu olduğunu tahmin etmek hem tarih hem de yer göz önünde bulundurulduğunda elbette zor değil. Zira kitap, 28 Aralık 2011 günü, on dokuzu çocuk otuz dört insanın, "kaçağa çıktıklarında" Türk savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürülmesine karşı bir vicdan sorumluluğunun yerine getirilmesinin yanında, o katliamda hayatını kaybeden insanların ve daha nicesinin "kaderinin" tarihsel arka planına da bakıyor.
İsmailoğlu ve arkadaşlarının, onlarla beraber çalışan işçilerin, onlara yardım eden, kılavuzluk yapan bölge halkının yaşadıklarını okuyunca, bu topraklardaki en mühim ve hayati mesele olan "devletin bölünmez bütünlüğü"nün ta kırk yıl evvel tedavülden bizzat devlet eliyle kaldırıldığı anlaşılıyor. Bir devlet kurumuna bağlı olarak çalışan bilim insanlarının başka bir devlet kurumu olan askeriyeyle nasıl kafa kafaya geldiğini daha ilk sayfalardan öğrenmeye başlıyoruz. Devlet açısından "falso" bir geçmişe sahip MTA'lı mühendislerin ve işçilerin Roboski'ye gittiklerinde ilk karşılaştıkları şey "Devlet benim!" "ilkesiyle" bölgede kendi "devletlerini" kurmuş olan yüksek rütbeli askerlerin kendilerini uyarması oluyor. Sayfalar boyunca amaçları orada yoksul halka istihdam yaratma ihtimali olan maden işletmelerine veri sağlamak için arama yapmak olan mühendislere gün aşırı gözdağı veren, tehdit eden komutanlar karşısında mecburen eli kolu bağlı olan ve onların suyuna gitmekten başka bir çareleri olmayan ömrünü bilime adamış insanların hikâyeleriyle karşılaşıyoruz.
Kurdukları kampın halkın yerleşim yeriyle iç içe olması sebebiyle "dışarıdan" gelen bu insanların "onlarla" günden güne gelişen samimiyetleri, oradaki vatandaşın tabiatı itibariyle mühendislere karşı davranışlarını okurken ise bambaşka bir dünyanın içine giriyoruz. Kendi doğup büyüdüğü yerde garibanlıktan alamadığı un, çay, şeker gibi gündelik ihtiyaçlar için kaçağa çıkanları birer düşman saydıkları için yedi yirmi dört pusuda bekleyen aynı toprağın gencecik insanlarının varlığını sorguluyoruz kitap sayesinde. Ve bir anı kitabı genelde acı tatlı hatıralardan oluşur ancak "Unutma Bizi"de tatlı hatıralar da acı hatıralara tabi...
"Unutma Bizi"nin son bölümünde İsmailoğlu'nun Bukowski'den yaptığı bir alıntıyla kampın kapanışını özetlediği bir pasaj var. Onu buraya yazmayı zorunlu kılıyor kitabın konusu. Başka türlü anlatması zor çünkü. Şöyle yazmış İsmailoğlu:
"Çadırları söküyordu işçiler. Karavanlar sabah erkenden götürülmüştü. En hüzünlü anlardır kamp kapanışları. Bütün anıları bırakıp gidersin. Burada bıraktığımız anılarsa hep bizimle kalacak türdendi. Hayatımız boyunca unutmayacağımız olaylar yaşamıştık. Belki bir daha hiçbirisi ile karşılaşmayacağımız onca insanı geride bırakıp gidiyorduk. Bukowski'nin dediği gibi: 'Bazen hepimiz bir filme hapsolmuşuz hissine kapılıyorum. Repliklerimizi biliyoruz, nereye doğru yürüyeceğimizi biliyoruz, nasıl oynayacağımızı biliyoruz. Sadece kamera yok. Yine de çıkamıyoruz filmin içinden. Ve film kötü.' Evet, kötü film bizim için bitmişti belki ama içinden çıktığımız söylenebilir miydi? Sanki farklı bir zamana gelmiş ve hapsolmuştuk! Burada gördüklerimizin ve tanıklık ettiklerimizin, ne çağdaş dünya ile ne de en basitinden insani değerlerle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Artık kendi dünyamıza dönsek bile aynı kişiler olabilecek miydik?"(BS/AÖ)