Bizler de oturup gazetecilik mesleğini övdükçe veya bir gazetecilik ütopyası yarattıkça, yaygın medyada gazeteciliği temsil eden bu çarpık kimlikleri referans almak zorunda kalıyoruz ve onları gereksiz yere yüceltmiş oluyoruz. Aristo mantığıyla bakarsak belki de doğru; şöyle ki:
* Gazeteci, halk için, halk adına, iktidara karşı muhalefettir.
* Gazetecinin kamuya karşı sorumluluğu vardır.
* Gazeteci, kamuoyundan gizlenen gerçeklerin peşindedir.
* Gazeteci, haksızlıklara karşıdır.
* Gazeteci vicdan ve bilinç sahibidir.
* Gazeteci başkalarının acılarını kendisine dert edinendir.
* Gazetecilik onurlu bir meslektir.
* Hasan Pulur bir gazetecidir.
* Öyleyse Hasan Pulur, bu yukarıda saydığımız özellikleri temsil etmektedir.
7 madde ve Hasan Pulur
Evet; gazeteci kimliğinin içini çok basitçe şu yukarıdaki 7 maddeyle doldurmaya kalktığımızda Aristo mantığıyla çıkan sonuç bu. Neden Hasan Pulur? Çünkü, en azından Türkiye yaygın medyasında, birkaç on yıldan beri "gazeteci" denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri Hasan Pulur.
Mesela, bugün sokağa çıkıp sıradan vatandaşa "bana bir gazeteci adı söyle" deseniz, alacağınız birkaç cevaptan birisi Hasan Pulur olacaktır. Oysa, gerçekte bu düz mantık, gazetecilik mesleğini tarif etmekte ne kadar uygulanabilir? Başka bir deyişle, Hasan Pulur, bizim yücelttiğimiz gazetecilik ütopyasını ne kadar temsil etmektedir?
Bush mu Robert Fisk mi tuzağa düştü?
Buna karar vermek için Hasan Pulur'un gazetecilik mesleği ve gazetecilerle ilgili düşüncelerine bakmak gerekir tabii. Kendisinin 14 Aralık'ta Milliyet Gazetesinde yazdığı "Bush değil, Fisk tuzağa düştü" başlıklı makalesi, yılların gazetecisi Pulur'un meslek anlayışı konusunda ip uçları verebilir bize. Bu yazısını, Pakistan sınırında Afganlı mülteciler tarafından öldüresiye dövülen Independent muhabiri Robert Fisk'e ayırmış Pulur.
Fisk, 25 yıldır Ortadoğu'dan bildiren deneyimli bir İngiliz gazeteci. 1970'lerden beri, başta Beyrut olmak üzere Ortadoğu'nun her köşesinde işlenen insanlık suçlarına onurlu, sorumlu bir gazetecilik anlayışıyla karşı çıkan, bu nedenle Amerikalı meslekdaşları tarafından "çenesi kapatılması gereken"ler arasında sayılan, ama yine de kendi deyimiyle "gerçekleri söylemekten kaçmayan" bir gazeteci. Nitekim, 11 Eylül ve arkasından gelen savaş sırasında da yazdığı tüm yazılarda, ABD ve İngiltere politikalarına karşı duruyor ve yılların deneyimiyle bu savaşın anlamsızlığını ve Afgan halkına taşıdığı acıları anlatmaya çalışıyor.
55 yaşındaki Robert Fisk'in 8 Aralık günü başına gelenler gerçekten çok korkunç. Pakistan sınırından Afganistan'a giriş yapmaya çalışırken arabası bozuluyor. Yanında kendisi gibi Independent muhabiri olan Justin Huggler var. Etrafta toplanan ve yardımcı olacakmış gibi görünen 50 kadar Afganlı mülteci, bir anda, durup dururken, taşlarla saldırıyorlar iki gazeteciye.
"Ben Afganlı olsam"
Canlarını zor kurtarıyor Fisk ve arkadaşı. Bu arada miyop olan Fisk'in üç gözlüğü de kırılıyor, cep telefonu çalınıyor; ama hepsinden önemlisi, 25 yıldır bölgede edindiği haber kaynaklarının kaydedildiği telefon defteri kayboluyor. Bütün bunlara karşın öfkeli değil. "Ben de Afganlı olsam aynı şeyi yapardım Robert Fisk'e ya da herhangi bir Batılıya"diyor.
Şimdi bu olay karşısında Hasan Pulur'un yazdıklarına bakalım:
"The Independent gazetesi yazarı Fisk, ilk günden beri Afganistan harekatına karşıydı; "İkiz Kuleler" faciasından 4 gün sonra yazdığı 16 Eylül 2001 tarihli yazısının başlığı "Bush, tuzağa doğru ilerliyor"du.
"Meğer Bush değil, Robert Fisk tuzağa doğru ilerlemiş ve pat diye düşmüş! Her fırsatta haklarını, canlarını savunduğu Afgan mülteciler, Robert Fisk'i yakalayıp, bir güzel dövmüşler ağzını burnunu kırmışlar, kan revan içinde bırakmışlar, canını zor kurtarmış... "
Sanki gazeteci değil
Pulur sanki bir gazeteci değil, Amerikan Dışişleri Bakanlığı basın sözcüsü. Robert Fisk'in dayak yemesinden ne kadar hoşnut, ne kadar keyifli, "..ağzını burnunu kırmışlar.." derken.
Milliyet yazarı, bireysel olarak kuşkusuz Fisk'le aynı görüşleri paylaşmak zorunda değil. Ama bir gazeteci olarak, en azından ulusararası hukuk kurallarına ve en temel uluslararası insan hakları metinlerine saygı duymak zorunda. Böyle bakıldığında da her gazetecinin yolunun Fisk'in yanına düşmesi gerektir. Oysa Pulur ve Pulur gibiler, belki de Fisk ölse çok daha memnun olacaklar. Çünkü Robert Fisk gibi gerçek gazeteci kimliğinin temsilcileri, onların varlığı karşısında bir tür tehdit. Onlar, yıllardır büyük medya kurumlarındaki sırça köşklerinde ahkam keserken, akşamları da en güzel bar ve lokantalarda kafaları çekip fıkra anlatırken, Fisk gibiler, dünyanın tozunun atıldığı, insanların işkencelerden, zulümlerden, savaşlardan geçtiği bölgelerde haber uğruna canlarını feda ediyorlar. Şimdi bunlardan hangisi gazeteciyi temsil ediyor?
Geçtiğimiz günlerde Medyakronik yazarı Ümit Kıvanç da Afganistan'da hayatlarını kaybeden gazetecilerden yola çıkarak sormuştu haklı olarak, "Peki bu gazeteciler neden ölüyor?" diye. Şöyle diyordu Kıvanç:
"Eğer gazetecilik, bir Ertuğrul Özkök yapımı halinde, hükümetlere angaje, kamuoyuna politika dayatan, tavır empoze eden bir propaganda faaliyeti olacaksa, bu meslektaşlarımız niye gidip oralarda ölüyorlar? Eğer arkalarından üzülen ve yazı yazma gereği duyan bir meslektaşımız, ana akımın güncel yönü nedeniyle sorgulanmayacağını bildiği için, yalan yanlış bilgilerini bize kesinleşmiş gerçekler gibi sunabilecekse, niye muhabirler "biraz daha gerçek" uğruna hayatlarını tehlikeye atıyorlar? Günümüzün medyası, bir yandan ulusal ve uluslararası iktidarların güçlü bir parçası; ama öbür yanda, gazetecilik hâlâ insanlık için çok gerekli bir faaliyet; üstelik giderek, pek çok durumda hakikatin ortaya çıkmasının biricik aracı. Dünya üstünde binlerce gazeteci, hâlâ, "Haber, birilerinin ortaya çıkmasını önlemeye çalıştığı şeydir" tarifine göre sahiden haber peşinde koşuyor. Ne yazık ki, bu meşakkatli ve özverili faaliyeti, iktidar odaklarının yanında saf tutma dışında bir bakış açısı bulunmayan yöneticilerin emrinde çalışırken sürdürmek zorunda kalıyorlar.
Bütün meslektaşlara sesleniyorum, şu soruyu sormanın zamanıdır: Meslektaşlarımız niçin gidip oralarda ölüyorlar? Ne uğruna?"
Gazeteciliğin gerçekten öyle içi boş, isteyenin istediği gibi dolduracağı bir kimlik olduğunu düşünmek mümkün mü? Bence değil. Robert Fisk'ten ya da diğer savaşlarda, çatışmalarda yaralanmış, yaşamlarını kaybetmiş gazetecilerden, gazetecilik onurundan bahsederken onurun, adanmışlığın anlamını tartışmaya açmak, göreceliğinden dem vurmak da gereksiz bir demogojiden öteye gitmez. İnsan hayatının söz konusu olduğu, hukukun, temel insan haklarının ihlal edildiği yerde filozoflardan çok gazeteciye ihtiyaç uyulur çünkü.
Hasan Pulur o talihsiz yazısını şu satırlarla bitirmiş:
"Neyse, meslektaşımıza hem geçmiş olsun, diyelim, hem de uyaralım. Sakın, Kuzey Irak'a ya da oraya yakın yerlere pek gitmesin. Ola ki aynı şey, bir daha başına gelebilir, dayak yer! Onun kaderi de bu!"
Aslında Robert Fisk'in kötü kaderi Hasan Pulur'la meslekdaş olmak değil mi? (EDA/NU )