* Bu yazı spoiler içerir.
Son yılların en beğenilen korku filmlerinden Ayin’in (Hereditary, 2018) yönetmeni Ari Aster’ın ikinci uzun metrajı Ritüel (Midsommar, 2019), geleneksel Yaz Ortası Şenliklerine katılmak üzere İsveç’in ücra bir köyüne giden bir grup Amerikalı gencin hikayesini anlatıyor.
Filmin merkezinde üniversite öğrencisi beş arkadaş var: Duygusal açıdan erkek arkadaşına bağımlı, güçsüz bir kadın portresi çizen Dani; onu ayak bağı olarak gören, ama terk etmeye de gönlü elvermeyen erkek arkadaşı Christian; güzel kadınlarla yatmaktan başka bir şey düşünmeyen Mark; akademide ses getirecek bir doktora tezi yazmaya kafayı takmış, hırslı antropoloji öğrencisi Afrikalı-Amerikalı Josh ve Dani’ye Christian’dan çok daha nazik ve anlayışlı davranan Pelle.
B-tipi korku filmlerinde olduğu gibi birini diğerinden ayırt etmemizi sağlayacak tek bir baskın karakter özelliğine sahip, karikatürü andıran tipler hepsi de – başkarakterimiz Dani dahil. Zira filmin başında anne-babasıyla kız kardeşini kaybeden Dani’nin yaşadığı travma filmde doğru dürüst işlenmediğinden karaktere psikolojik bir derinlik katmıyor. Öyle ki Dani’nin anne-babasıyla veya bipolar olduğunu laf arasında işittiğimiz kız kardeşiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu bile bilmiyoruz. Dani’nin ailesini kaybetmeden önceki hayatını görme fırsatı bulamıyoruz çünkü.
Dani, ne yapıp edip Christian’ın arkadaşlarıyla birlikte çıkmayı planladığı İsveç gezisine kendisini zorla davet ettiriyor. Komün hayatı süren Harga adlı pagan bir tarikatın 90 yılda bir düzenlediği, tam dokuz gün sürecek şenliklere katılma fikri, aslında Pelle’ye ait. Amerika’da okuyan İsveçli Pelle, doğma büyüme Harga’lı.
Medeniyetten uzak bir yere tatile giden gençlerin bir ölüm tuzağına düşerek teker teker cinayete kurban gitmesi, korku filmlerinde, bilhassa slasher’larda, hep kullanılan bir klişe.
Nitekim Dani ve arkadaşları da güneşin neredeyse hiç batmadığı İsveç’in kuzeyinde, yemyeşil, pastoral bir doğanın içinde yaşayan, beyazlara bürünmüş, çiçekten taçlar takan, güleryüzlü tarikat üyelerinin göründükleri kadar misafirperver olmadıklarını geç de olsa anlıyorlar.
Korkutmayan bir korku filmi
Ari Aster’ın bir aile dramı havasındaki ilk uzun metrajı Ayin; Şeytan (The Exorcist, 1973) ve Kehanet (The Omen, 1976) gibi 1970’lerin şeytan temalı korku filmlerinden izler taşıyordu.
Doğaüstü olaylara veya şeytani güçlere yer vermeyen Ritüel ise korku unsuru olarak paganizmden faydalanıyor. Korku sinemasında paganizm deyince akla cinsellik ve şiddet içeren ayinler, insanların kurban edildiği korkunç törenler gelir – tıpkı Ritüel’in esinlendiği filmlerin başında gelen Lanetli Ada’da (The Wicker Man, 1973) olduğu gibi.
Kayıp bir kız çocuğunun akıbetini araştırmak üzere İskoçya’nın pagan bir topluluğa ev sahipliği yapan küçük bir adasına giden bir polis müfettişinin başına gelenleri anlatan Lanetli Ada, korku sinemasının halk inançlarından beslenen alt türü folk horror’ın klasikleri arasında sayılır. Ne var ki Lanetli Ada veya The Witch (2015) gibi folk horror’ın başarılı örneklerinin aksine Ritüel, ne bizi korkutmayı başarıyor ne de gerilim yüklü, tekinsiz bir atmosfer yaratmayı.
Bunun sebebi filmin güpegündüz, aydınlıkta, yemyeşil çayırlarda geçmesi falan değil üstelik. Zira gerilim yüklü bir atmosfer yaratmak için bir filmin illa ki karanlık ormanları veya hayaletli evleri mesken tutması gerekmediğini gösteren bir sürü örnek var ortada.
Sözgelimi şeytana tapan bir tarikatın ağına düşen Rosemary’nin hikayesini anlatan Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby, 1968) New York’un göbeğinde, çoğunlukla gündüz vakti geçtiği halde gittikçe artan sinir tırmalayıcı bir gerilim içerir. Gerilim, bizim Rosemary’nin farkında olmadığı bir gerçeği görmemizden, yani komşusu olan yaşlı çiftin onun arkasından şeytani dolaplar çevirdiğini bilmemizden kaynaklanır. Hitchcock’a göre izleyicinin masanın altındaki paketin içinde bomba olduğunu bildiği, ama karakterin bunun farkında olmadığı durum, gerilimin en tipik örneğidir. Şayet biz de bombanın varlığından habersizsek gerilim unsuru ortadan kalkar; bomba patladığında küçük çaplı bir şok yaşarız sadece.
Harga tarikatının karanlık içyüzü konusunda biz de en az Dani ve arkadaşları kadar cahiliz; tarikatın tuhaf geleneklerini onlarla birlikte keşfediyoruz. Ritüel’i izlerken gerilim duymamızın önünü alan başlıca etken de bu.
Filmdeki bazı sahneler, şok etkisi yaratıyor sadece – tahtırevanla bir dağın tepesine taşınan iki yaşlı tarikat üyesinin uçurumdan aşağı atladığı sahne gibi. 72 yaşına basan tarikat üyelerinin intihar etmelerinin eski bir Harga geleneği olduğunu o vakit öğreniyoruz.
Aslına bakılırsa toplumun belli bir yaşa gelmiş üyelerinin intihara zorlanması veya ölüme terk edilmesi, gerçek hayatta kıtlık ve yoksullukla boğuşan topluluklar arasında rastlanmayan bir gelenek değil.
Sözgelimi 19. yüzyılda Japonya’nın küçük bir köyünde uygulanan gerçek bir pratikten esinlenen Narayama Türküsü (Narayama bushiko, 1983), 70 yaşına basan bütün köy sakinleri gibi Narayama Dağı’nın zirvesinde ölüme terk edilme vakti gelip çatan yaşlı bir kadının dramını konu alır.
Bir “Mondo filmi” olarak Ritüel
Dani ve arkadaşlarının tanık oldukları kanlı intihar ritüeli karşısında gösterdikleri tepki, bizim hislerimize de tercüman oluyor. “Normalliği” temsil eden Amerikalı gençler, “barbarlardan” oluşan bir topluluğun bu acımasız ritüeli karşısında “medeni” insanların vermesi gereken tepkiyi veriyorlar.
Ritüel’in en rahatsız edici yanı, alışılageldik inançlardan, yerleşik normlardan sapan toplumları ötekileştiren, canavar olarak sunan bu tutumu. Öyle ki Ritüel’in bu tutumunda 1960’larda furya haline gelen “mondo filmleri”ni andıran bir yan var.
Yeryüzündeki farklı kültürlere ait cinsellik ve şiddet içeren sıra dışı ritüelleri tanıtan belgesel süsü verilmiş mondo filmleri, izleyiciyi şoke etmeye yönelik sansasyonel olaylar içerir.
Kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği bu filmler, Afrika ve Güney Amerika yerlileri gibi Batı’nın “ilkel” olarak damgaladığı halkları ötekileştirip istismar malzemesi yaparak Batılı izleyicileri şoke etmeyi amaçlar.
Ritüel’in bu tür filmlerden farkı, şoke edici ritüellerine tanık olduğumuz topluluğun en gelişmiş Batı ülkelerinden biri sayılan İsveç’te yaşıyor olması. Böylece Ritüel, hem mondo filmlerinin hem de – Amazon’da yaşayan yamyam bir kabilenin eline düşen Batılı bir film ekibini konu alan – Cannibal Holocaust (1980) gibi 1970’lerde furya haline gelen yamyamlık temalı istismar filmlerinin temelinde yatan ırkçı ve kolonyalist ideolojinin altını oyuyor.
Harga tarikatının ortasına düşmüş Amerikalı gençlerin hali, yamyamların ortasına düşmüş Batılılara benziyor benzemesine ama Ritüel’de ilkel, vahşi yamyamların yerini beyaz tenli, sarı saçlı İsveçliler alıyor. Zaten filmin bütün esprisi, bembeyaz kıyafetleri ve çiçekten taçlarıyla son derece medeni ve zararsız gözüken Harga’lıların dış görünüşleriyle şiddet içeren ritüelleri arasındaki bu zıtlıkta yatıyor.
Ritüel’in mondo filmlerine has, teatral, yapay, abartılı, adeta camp estetiğini andıran bir üslubu var. Sözgelimi Christian’ın tarikatın ileri gelenlerinin isteği doğrultusunda katılmak zorunda kaldığı çiftleşme ritüeli, olsa olsa mondo filminde rastlanacak kadar abartılı, hatta düpedüz gülünç.
“Bu filmde görecekleriniz sizi şoke ediyorsa bilin ki bunun sebebi yeryüzünde şoke edici birçok şey olmasıdır,” diyen bir üst sesle başlar mondo furyasının ilk filmi Mondo Cane (1962).
Ari Aster de mondo filmi yönetmenleri gibi bizi arkamıza yaslanıp şoke edici pagan ritüellere tanıklık etmeye davet ediyor. Filmin Harga’lıların inandıkları değerlere ilişkin tutarlı, inandırıcı açıklamalar sunmak gibi bir derdi yok. Harga’lılar neden içe kapalı, yalıtılmış bir hayat sürüyorlar? Amaçları ne? Günümüz toplumunun hangi yönlerine karşı çıkıyorlar? Bu soruların hiçbirinin yanıtı yok filmde.
Aslına bakılırsa filmin başından beri Harga, birbiriyle çelişen özelliklere sahip bir tarikat olarak resmediliyor: Doğayla iç içe yaşamaları, halüsinatif maddelere düşkünlükleri hippi komünlerini çağrıştırıyor bir yandan. Öte yandan en fanatik dini tarikatların üyeleri kadar geleneklerine bağlılar. Öyle ki hiç sorgulamadan kurallara uyan, liderlerine itaat eden, iradeden yoksun robotlara benziyorlar.
Bütün tarikat üyelerinin aynı masada oturup aynı anda yemeğe başladığı, büyük bir yatakhanede, dip dibe sıralanmış ranzalarda uyuduğu Harga’da özel hayata yer yok.
Gelgelelim Harga’nın bu distopik özelliklerinin yanı sıra ütopik özellikleri de var: Harga’lılar, birbirlerini kardeş olarak gören, birbirlerinin duygularını paylaşan büyük bir aile gibiler. Kısacası Harga’nın olumlu ve olumsuz, ütopik ve distopik özellikleri yan yana veriliyor.
Ritüel, etkileyici set tasarımı, göz alıcı kostümleri ve üzerinde epey çalışıldığı belli olan koreografik danslarıyla görsel açıdan etkileyici bir film. Bembeyaz elbiseleriyle dans eden tarikat üyelerinin farklı açılardan çekimlerini izliyoruz film boyunca. Ne var ki dans ederken türlü türlü geometrik şekiller çizen Harga’lıların uzak planlarla, havadan çekimlerle gösterildiği bu sahnelerin göze hoş gözükmekten başka pek bir işlevi yok.
Özenle tasarlanmış görkemli setin her ayrıntısını yakalamaya çalışan kamera, pagan sembollerle, tuhaf çizimlerle ve fresklerle dolu duvarların üzerinde geziniyor uzun uzun.
Amerikalı kuramcı Fredric Jameson, çokuluslu kapitalizm çağının kültürel mantığı olarak tanımladığı postmodernizmin en önemli özelliklerinden birinin derinlik yoksunluğu olduğunu söyler.
Yüzeyin içerikten daha ön plana çıktığı Ritüel de son derece parlak ve göz kamaştırıcı, ama bir o kadar derinlikten yoksun bir film. Öyle ki Ritüel’in güçlü bir dramatik yapısı, hatta doğru dürüst bir olay örgüsü bile yok.
Filmin ana iskeletini oluşturan Dani’yle Christian arasındaki ilişki öyle yüzeysel bir şekilde resmediliyor ki filme dramatik bir boyut kazandırmıyor. Her nasılsa Dani’nin zamanla Christian’a bağımlı olmaktan kurtulup ondan uzaklaşırken Harga’lılara yakınlaştığını görüyoruz.
Kanlı intihar ritüeline tanık olduktan sonra Harga’yı terk etmeyi kafaya koyan Dani’nin hiç de inandırıcı olmayan şekilde 180 derece çark edip Harga’lılarla birlikte güle oynaya dans edecek kadar onlarla kaynaştığına tanık oluyoruz. Filmin finalinde Dani, Christian’ı kurban edip Harga’ya uyum sağlamayı seçtiğinde özgürleşiyor mu, yoksa özgürlüğünden tamamen feragat edip tutsaklık halini mi kabulleniyor, bu izleyicinin yorumuna kalmış. (CL/EKN)