Şair demiş ki; "Bahar çıkagelince gurbet günlerine/ Hüzün orduları akar bedenimden/ Usulca uzaklaşır göğün mavisi/ İtip bir kenara donmuş sözcükleri / Vururum düşlerin uçsuz bucaksız patikalarına / Göğsünde nal izleri / Avuçlarımda çığlıkları." (*)
Perşembe sabahı dilimde bu dizeler, kırık plak misali; "Arkadaşlar baharı görecem. Size de getireyim mi?" diyerek yola koyuldum.
Her mapus için hastane ya da mahkemeye gitmek; duvarların ardındaki yaşamın enva-i çeşit rengiyle kucaklaşmak demektir.
İnsanı fiziken tutsak eden o sevimsiz beton duvarlardan, NATO tellerinde uzaklaşıp, yaşama dokunmak demektir.
Nisan'ın somurtuk, rüzgârlı bir günü payıma düşmüş olsa da; Kandıra- Kocaeli arasındaki yirmi beş dakikalık hastane yolculuğu muhteşemdi.
Bire-iki karış büyüklüğündeki ring penceresinde baharı seyrederken, bu harika yolculuğu sizlerle de paylaşmaya karar verdim.
Sabah sayımından hemen sonra çıktım yola... İlk üst araması koğuş kapısında çıkışta yapılıyor. Rutin bir işlem bu! Koğuşun kapısından adımızı dışarı her attığınızda üzeriniz aranıyor. Aynı işlem içeri girdiğinizde de tekrar ediliyor. Öyle ki bir süre sonra bu işlemlerin hayatınızın bir parçası haline geldiğini irkilerek hissediyorsunuz.
Buralarda koridorların adı maltadır. Eskiden, 19 Aralık katliamı öncesinde tutsaklar maltada uzun voltalar atardı... Şimdi mi ? Hücre, koğuş kapıları üzerinize kilitlendiğinden; ancak görüşe, revire, avukata, hastaneye, mahkemeye giderken maltayı adımlayabilirsiniz. Yani, hapishanede bakışlarınız gibi adımlarımız da sınırlandırılmıştır.
X-ray cihazının öttürmeden geçtikten sonra; son üst aramanız da yapılır. Askerlerin oluşturduğu koridordan geçmeden önce komutan kelepçenizi takar.
Ve bir-kaç adımda; sizi bahara, yaşama götürecek ringin kapısında bulursunuz kendinizi.
Son yıllarda Adalet Bakanlığı'nın hapishane zincirlerine eklediği "dam"lara "kampus" adını verdiğini biliyor olmalısınız. Kent dışındaki üniversite yerleşkeleri için kullanılan bu kavaramın hapishaneler takılmış olması tam bir ironi.. Burada yaşamaya başladığımdan beri, bu hapishaneler topluluğuna "Kandıra Tesisleri" adını taktım.
Sabahın erken saatlerinde 2 Nolu T Tipi Hapishanesi'nden başlayan yolculuğum; Topkapı- Merter minibüslerinin aratmadı desem, abartmış olmam...
Önce 1 Nolu T Tipi Hapishanesi'nden uğradık. Sonra sırasıyla F1 ve F2 hapishanelerine uğrayıp, hastane yolcusu tutsakları aldık. Bense belki hissederler umuduyla, her bir hapishanedeki mektup arkadaşlarıma ringin penceresinden selam gönderdim.
Son yolcular da alındıktan sonra; koyulduk yola. Asfaltta hızla yol alan ringin adı: Sultan! Kasasında altışar kişinin oturabileceği iki adet kutu mevcut. Yani araba içinde hücre!
Her bir kutuda, birer minik pencere... Daha o kutudan içeri adımımızı atar atmaz oksijen az, kötü kokusu bol, pis bir hava yüzünüze çarpar. İçindeki korunaklı floresanın gücü ancak kendini aydınlatmaya yettiğinden; Sultan'ın hücreleri de her daim izbe loş oluyor.
Yine de içeri girip kapı üzerinize kilitlendiği anda; havasızlık da, karanlık da anında küçük bir ayrıntıya dönüşüyor. İçeri taşıdığı aydınlıkla, hayatla o minik pencerenin çekim gücüne kendinizi bırakıyorsunuz.
Bilirsiniz o pencerenin ardındadır hayat! Doğanın bütün renklerine o pencereden dokunabilirsiniz! Baharı o pencereden görebilirsiniz! O pencerede kurduğunuz düşler bir başka olur.
Kutunun "kapağı" kapanır kapanamaz pencerenin önünde konuşlandım. Eller kelepçeli olunca, ayakta yolculuk yapmak da hayli meşakkatli oluyor. Şoförün her frene basışında, dengenizi korumak için hep tetikte olmanız şart! İtiraf etmeliyim ki her ring yolculuğu sonrası, alnım başta gelmek üzere, illaki vücudumun değişik yerlerinde morluklar oluşuyor...
Daracık pencereden gözlerimi en uzağa diktim. Önümde uzanan baharın bütün ayrıntılarını tarıyorum. Günlerce, haftalarca, aylarca ve yıllarca bir kuyunun dibindeymiş gibi yaşamaya tutsak edilmiş olmanın acısını çıkarırcasına seyrediyorum gökyüzünü. Öbek öbek birikmiş bulutları değişik canlılara, nesnelere benzetiyorum.
Tepeleri, uzaktaki karlı dağları, ağaçları, çimenleri, bahçeleri, tarlaları, otları, çalıları, papatyaları seyrederken coşuyorum. İçim bir sevinç kaplıyor...
Yeşiller ortasında çıplak kalmış toprak parçalarını, sevgisiz kalmış insanlara benzetip acıyorum.
Bembeyaz çiçeği durmuş erik ağaçları... Biraz ileride, erik ağaçlarının ortasında, hafif pembeye çalan çiçekleriyle yalnız kalmış kayısı ağacı dikkatimi çekiyor. Tepenin yamacındaki koyun sürüsünü görünce, kuzular düşüyor aklıma.
Hemen o güzel tablodaki eksiği düşlerimle tamamlıyorum. Birkaç yeni doğmuş kuzunun annelerinin peşinde meleyerek dolaşması canlanıyor gözümde..
Kendimi öyle bir kaptırmışım ki Karadeniz'in baharına... Gördüğümde her bir ayrıntı her bir güzellik müthiş bir coşku, sevinç yaratıyor. Ve her defasında duvarlar ardındaki ömrüm, koğuş arkadaşım, kocaman bir liste olup düşüyor aklıma. Hafif bir hüzün dalgası yalayıp geçiyor yüreğimi. Baharı onlara nasıl götürebilirim sorusuna yanıt arıyor aklım.
Arada bir şoförün frene basmasıyla anlımda hissettiğim acı daldığım derin düşüncelerden uzaklaştırıyor. Kendime geliyorum. İşte böyle bir anda, camdaki bir kara sinek dikkatimi çekti! Cam küçük! Sinek de küçük! Penceredeki bahar alabildiğine büyük! Alabildiğine yeşil! Buram buram yaşam koktuğunu camın arkasında hissedebiliyorum.
Ama yinede küçük de olsa kara sineğin o güzelim baharı kirletmesini istiyorum! Aklımda da, yüreğim de "hayır" diyor! Habire uğraşıyorum, sineği kovmak için. Cama vuruyorum, yumrukluyorum. Olmuyor! Çift cam... arada da, geniş bir hava boşluğu var! Yine de aldırmıyorum; cama vurmayı sürdürüyorum.
Elim acıyor! Arada bir kendi kendime; "Bırak kalsın! O da bu doğan bir parçası" desem de! Gözümün önündeki çirkinliği içim kaldırmıyor. Uğraşmayı sürdürüyorum.
Camın ardındaki bu uğraşım birkaç dakika sürdü. Dikkatimin sineğe yoğunlaşmasının yarattığı gerilimi hissettiğimde; bir uğraşın coşkumu, sevincimi, baharın güzelliğini gölgelediğini fark ettim. Ve bu defa ben frene bastım. Camdaki sineği kendi haline ve rüzgâra bırakıp; yeniden uzaklara, ta ufka odakladım kendimi. Aklımla, yüreğimle, duygularımla, bakışlarımla, düşlerimle bahardayım.
Karadeniz'in güzelliğini kuşanmış bahar bir başka görünüyor gözüme. Yeşil bütün tonlarıyla karşımda, sere serpe uzanmış yatıyor. Dallarına su yürümüş ağaçlardaki yeşilin, kışın kahverengisine karşı yürüttüğü mücadeleyi görebiliyorum.
Gözlerimi özellikler en uzak noktalara odaklıyorum. Sık sık uzaklara bırakıp, en yakına baktığımı farkediyorum. Beynim harekete geçip gözlerimi uzaklara dikmemi söylüyor. Yeniden uzaklara, en uzağa bakıyorum.
Bu bir oyun değil! Uzun süre hapishanede yakına bakmak zorunda kalmanın fiziksel sonuçlarından sadece biri.
Evet! Komplike projenin sadece küçük bir parçası bu.
Sanıyorlar ki, beton duvarlar ardında payımız bir avuç gökyüzü düştüğünde; gözlerimiz gibi beyinlerimiz de tembelleşir, körelir. Düşünme üretme kapasitesini yitirir. Geleceğe dair uslanmaz düşler kurulmaz olur. Duvarların ardındaki dünyayı görmeyiz, hissetmeyiz. Birkaç metrekarelik alandan ibaret olur; dünyamız ve düşlerimiz. Tam da bu projenin ön gördüğü gibi yaşayan ölüler yığınına dönüşürüz.
Ne büyük bir yanılgı... beyhude bir bekleyiş!
Elbette bu plan ve projelerin kendi çapında bir karşılığı olduğunu, olabileceğini yadsımıyorum. Bir kez daha mim kaymalıyım ki; asıl olan büyük bir yanılgı olduğudur.
Dışarıda da böyle değil mi?
Bir bakıyorsunuz ki; etrafta ne bir beton duvar ne de NATO telleri var! Tepemizdeki gökyüzü alabildiğine sonsuz. Fiziken özgürsünüz..
Peki ya beyniniz yüreğiniz, düşleriniz?
İlk mektuplarımdan birinde, hapishaneyi anlatırken, havalandırmayı bir kuyuya benzetmiştim. Bilirsiniz kuyunun dibindeki kurbağa, gökyüzünü kuyunun ağzında ibaret sanırmış.
İşte bütün mesele bu! İçeride ya da dışarıda olmanın burada bakıldığında hiçbir önemi kalmıyor.
Bütün mesele kurbağalaşmamakta, insan kalmakta ısrar etmekte.
Biliyor musunuz, bu güzel yolculukta içimde bir ukde kaldı. Sevgilime ve koğuş arkadaşlarıma birer baha dalı getirememek.
Hepinizi bahar tadında kucaklıyorum. (FE/Lİ/BA)
*- Elimdeki küçük not defterine yalnızca şiiri not etmişim. Bu güzel dizelerin yazarı şairin ve sizlerin bunu anlayışla karşılayacağını umuyorum..
* *Füsun Erdoğan, Kandıra 2 Nolu T Tipi Hapishanesi, 16 Nisan 2011