Her şey bir anda olmuş gibi gelir. Her şey bir anda ayyuka çıkar sanki.
Resmi tarih sayfalarında savaşları başlatan ufak tefek bombalamalar, şiddet olayları; devrimleri başlatan spontan ayaklanmaları okur; ardı sıra nedenleri sıralar, kimi zaman iktisadi, sosyal, siyasi gibi başlıklar altında bunları sınıflandırırız. Misal I. Dünya savaşı deriz, Avusturya tahtının veliahtının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiyle çözülüvermiştir. Sonra nedenler, sonuçlar... Oysa ayyuka çıkma/aktüalize olma anları şeylerin olduğu gibi süregitme halinde bir limit noktasına işaret eder. Başlı başına koskoca savaşların yanında, aklın hakimiyetindeki, makul tarihin akışında çokça anlamsız, olumsal görünen bu patlama noktaları, aslında denge halini muhafaza ediyormuş gibi görünen düzenin altında kaynayan kuvvetlerin yoğunlaştığı limit noktasıdır. Katı olan her şeyin buharlaştığı limit noktaları... Bizzat içeriği olumsaldır bu olayların, neden şu değil de bu olay, bu bombalama, bu ölüm, bu ayaklanma sorusunun cevabı yoktur veyahut tekdir: Bu olay limittir; belli kuvvetlerin yoğunlaşmasının limiti...
Biz katı olanının altında kaynamakta olan kuvvetleri ancak katı gözümüzün önünde çözüldüğünde görür, algılarız. İdeoloji ve gizemlileştirme, tam da bu noktada ayyuka çıkma/aktüalize olma anlarının, geriye dönük olarak manipüle edilmesi kabiliyeti; bir anlamda idare sanatıdır. Kapitalist ideolojinin en mühim silahı her daim bu gizemlileştirme ve manipülasyon aracıdır. Tevekkeli, günümüzün en mühim işi yöneticilik ve idaredir. Bu sistem başlı başına Althusser’ci tabirle ‘détournement,’ kuvvetleri manipüle edebilme, ayyuka çıkmış olanı eğip bükme, kısaca yönetebilme sanatıdır. Olmuş olana sonradan dönüp nedeni sonuca, sonucu nedene katıp kendine yarar bir tarih yaratma sanatı. Devrimci tarih okumasının ortak özelliği her daim bu manipülasyonu ortaya çıkarma, bu gizemlileştirmeyi ters yüz etme; böylece devrimci kuvvetler arasında bir kuvvet olma derdidir. Kusura bakılmasın bunu yapmayı bıraktığında, olmuş olanı kendine eğip bükmeye, buradan determinist neden sonuçlar çıkarmaya başladığı anda devrimci niteliğini yitirmiştir.
Devrimci kuvvetler bu nedenle ısrarla Arap devrimleri söz konusu olduğunda ayyuka çıkma anının, halkın sokaklara döküldüğü anın, bu limitin devrimci karakterini, sonradan bu aktif kuvvetlerin, bu işin piri, bundan beslenen, bununla can bulan reel politika aktörlerince eğilip bükülmesi üzerinden değerlendirmeyin deyip duruyorlar. Bunu yaptığınızda söz konusu gizemlileştirmenin bir parçası olur; bizzat kendiniz devrimci kuvvetleri boğarsınız diyorlar. Bu yüzden Suriye’de ve her yerde az da olsa, can da çekişiyor olsa devrimci kuvvetlerle ittifak olup bu kuvvetleri yoğunlaştırmalı diyegeliyorlar. Bu yüzden barış süreci söz konusu olduğunda, ısrarla Kürt hareketi yıllardır bu ülke, bu coğrafya siyasetinin baş aktörüdür ve sürdürdüğü mücadele sonucunda Türk devleti buna mecbur kalmıştır diyorlar. Bu barış süreci denen daha henüz ne olduğunu da göremediğimiz dönem en kötücül senaryolar haklı çıksa, Kürt hareketi diyelim emperyalizmin Sünni-İslam projesinin neferi haline de gelse, bu durum, geriye dönük olarak “hareketin bunca yıldır yürüttüğü meşru mücadele Türk devletini bu süreci uygulamaya itmiştir çıkarımını boşa çıkarmaz” diyorlar. Devrimcinin derdi, olmuş olandan geriye gidip kurduğu tarih anlatısında devrimci kuvvetleri boğmak değildir zira.
Her tarih okuması bir yaratıdır. Ya olmuş olandan geriye manipülasyon yoluyla işine yarayanı neden sonuç çizgisine sokar; yahut devrimci kuvvetlere katılıp, devrimci potansiyellere eklemlenmenin; devrimci duygulanımı yoğunlaştırmanın yolunu arar. İlkini yapana devrimci demediğimiz için kusurumuza bakılmasın.
Sevgili Pınar Şenoğuz’un yaptığı tespite katılıp “Reyhanlı, Türkiye’nin 11 Eylül’üdür” diyelim. Bu limit noktası, Türkiye’nin yıllardır uygulayageldiği pervasız sınır siyasetinin, bir anlamda Ortadoğu’nun şefi olma derdindeki, güçten gözü dönmüş AKP iktidarının, kadir-i mutlaklık yanılsamasının sınırına ulaştığı noktadır. Fail aramaya ne hacet, bu ülkenin iktidardan gözü dönmüş hükümetinin sorumsuzca elini soktuğu ateşin bir halkı yaktığı yerdeyiz. Ortadoğu’yu bir oyun sahası, kendini haritanın dışında, her kuvveti kolayca manipüle edebilen mutlak bir güç odağı olarak gören AKP iktidarının elini soktuğu ateşte yanacağı an, virtüel düzlemde kaynayan kuvvetlerin ayyuka çıktığı ve düşüşün başladığı an olarak anacağız Reyhanlı’yı.
Bu düşüş sürecini şehr-i İstanbul’u her türlü muhalif sese karşı savaş meydanına çevirme paranoyasıyla bir arada değerlendireceğiz. Bir ülkenin bütün muhalif seslerini, ovaya kışkışlama kudretini kendinde gören iktidar sarhoşunun akıl tutulması diyeceğiz. Buna iktisadi düşüş tekabül edecek. Yıllardır çizilen sahte pembe tabloların, iktisadi büyüme yalanlarının ayyuka çıkacağı an. İktisadi etkinliği kentsel dönüşüm rantıyla sermaye birikiminden ibaret olan koca bir şantiyeye dönmüş ülkenin, şişirdiği kalkınma balonunun patladığı an. Emek Sineması’nın yıkımına karşı gerçekleşen mobilizasyonu, 1 Mayıs sürecini bundan gayrı düşünmek mümkün değil. Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bir tek sokak kaldı” demesi boşuna değil. Sokak, her şey; katı olanı eriten kuvvetlerin kaynadığı düzlemdir. Bir zaman tarihin sonunun geldiği sanılır; nihilizm ve sinizm duygulanımları hakimdir sokağa, işte bu hep böyle gidecek denilir, hiçbir şey değişmeyecek. Katı, kaskatı bir gerçeklik bütün olumsuz duygulanımlaryla her yerdedir sanki. Bir tek sokak kalır geriye. Bir tek sokak kaldı her şeyi yoluna koyduk evelallah der muktedirler. Oysa kendilerinin sonunu getirecek olan kuvvetler sokakta kaynamaktadır. Bir limit noktası, bir an, bir ayaklanma, bir grev, bir ısrar... Neden o ayaklanma değil de bu ayaklanma sorusunun cevabı yoktur; suyun 100 derecede kaynadığı söylenir; ancak bu yalnızca fiziksel bir soyutlamadır; doğada hakiki olan o 100 derecenin sonsuz belirlenim altında olduğudur.
Siyaset, devrimci olsun olmasın bu kuvvetleri okuma işi; bu okuma vasıtasıyla bizzat bu kuvvetlere eklemlenme işi. Ya eğip bükerek, ya yoğunlaştırarak... Bu düzlemde AKP’yi tek kurtarabilecek olan barış sürecidir. Bu coğrafyanın iktidar refleksini üstlenen AKP, barış süreci denilen neliği meçhul durumu, sokağın kafasını ezmeye bahane etme akılsızlığını varsın gösteredursun. Barış dedik ya diye diye kafamıza vurmaya varsın devam etsin. Barışa, ama gerçek bir barışa, Güney Afrika hükümetinin her türlü tavizi vererek yapmaya mecbur olduğu barışa en çok kendisinin ihtiyacı vardır oysa. Derhal bütün KCK mahkumlarını tahliye edip açıktan Öcalan’la müzakereleri başlatmaya her şeyden çok kendisinin ihtiyacı vardır. Barış sürecini gerçek anlamda başlatmak AKP’nin elindeki kalan tek kozdur zira. Muhtemel bunu bir verdiğini beş almak için kullanma derdinde olan AKP, kendini pek akıllı sanıp go tahtasında saldırganca daha ne alabilirim diye aranırken bizzat kendi zeminini yitiren acemi oyuncu gibi, savaş alanına çevirdiği sokakların, el Nusra gibi çeteleri kah Kürtlere kah Suriye rejimine kah Suriye toplumsal ayaklanmasına karşı besleyebileceği oyun alanı sandığı ve pervasızca körüklediği Ortadoğu’nun yanmakta olan sınırlarının altında kalacaktır. Yeter ki Kürt hareketi dahil olmak üzere bu toprakların devrimci kuvvetleri zeminini kaybetmesin. (ÖK/AS)