Artık bizim de siyasi lügatımızda devlet adına edilmiş koca bir özrümüz var. Her ne kadar dil ile diş arasında söylense de, her ne kadar siyasi bir malzeme olarak kullanılsa da, literatürde resmi özür diye bir kavramın varlığından emin olunmadan dilense de Türkiye, tarihiyle hesaplaşmanın en saygın yöntemlerinden biri olan devlet özrüyle tanıştı.
Özür dilemek yaptığı bir yanlıştan ötürü bağışlanmasını istemektir ancak dile getireni devlet olduğunda sonuçları salt bir affedilme istencini aşan neticeler doğurur. Resmi özrün nedeni ihmali bir eylem olabileceği gibi kasten işlenmiş bir fiilin hatalı olduğunu sonradan anlayıp sorumluluğunu kabullenmek de olabilir.
Dersim hadisesi su götürmez şekilde ikincisine örnektir. O halde mevcut durumda özür, kasıtlı fiilin meşrulaştırma nedenleriyle hesaplaşmayı da içinde barındırmaktadır. Dersim olayında kastın ardında yatan nedenleri belirlemek hayati bir önem taşır. Bu sayede özrün muhattabı kendisine yönelen hatalı eylemin kaynaklarını bilir ve bunların "yeni anlayış" tarafından makul görülmediğini, artık benzeri yanlışların yapılmayacağına dair bir iradenin ortada olduğunu anlamış olur.
Dersim harekatı neden ve kime karşı yapıldı?
Bugüne kadar resmi tez Dersim'de devlete karşı bir isyan başlatıldığını, şakilerin gemi azıya alıp devlet otoritesinin yerine kendi otoritelerini koyduğunu ileri sürmekteydi. Operasyon bu nedenle ve bölgeye asayiş ve düzen götürme amacıyla yapılmıştı. Yani Dersim harekatının meşruluğu asayişin yeniden tesisinde bulunmaktaydı.
Başbakan Erdoğan 23 Kasım 2011'deki konuşmasında devletin süregiden tezinin aksine ortada böyle bir asayiş sorununun olmadığını açık şekilde kabul etti. Başbakan, harekatın bir isyana bağlı olmadan ve çatışmaların çok daha öncesinde başka saiklerle başlatıldığını açıkladı. Olay kasten ve planlı olarak kurgulanmış, "din mazlumları" yaratmak amacına yönelmiş ve bir azınlığa karşı işlenmiş fiillerin toplamıydı.
Burada üzerinde durmakta yarar var: Resmi özrün muhtevası Kürtlük ya da Zazalık üzerinden değil Alevi olmak üzerinden değerlendirilmektedir. Günün koşulları gereği başbakan ifade etmekten çekinse de gerçekte Dersimli kimliği Zazalık ve Aleviliği kapsayan iki yönlü/çifte azınlık durumuna denk düşer.
Burada etnik kimliğin geri planda tutulması olayın temel bir boyutunun göz ardı edilmesine neden olur. Ne var ki dönemin iktidarı etnik kimliği asimile etmeye yönelik olarak şehrin ismini Türkleştirmeyi, ahaliyi Türk köyleri içine sürgün etmeyi, bölge insanının esasen Turani bir ırktan gelip Kürtler arasında kimliklerini unuttukları tezini işlemeyi harekatın bir parçası olarak sürdürmüştür.
Dikkat edilmelidir ki bölge halkının Aleviliği harekatın hiçbir bölümünde tartışma konusu edilmemiştir. Buradan hareketle bölgenin Alevi olmasının askeri kışkırtmak dışında harekatta büyük bir etkisinin olduğunu söylemek zor. Yine de kesin bir yargıya varmaksızın söylemek gerekirse Alevilik tek başına harekatın nedeni olmamış, Zazalık/Kürtlük ile bağlantılı şekilde ele alınmıştır.
Soykırım - kültürel soykırım
Harekatın saikinin asayişi sağlamak olmadığı kabul edildiğine göre1936-1939 arasında yaşananların bir etnik ve dinsel grubun tamamen olmasa bile kısmen ortadan kaldırma kastı ile öldürülmesi (13.806 kişi), bedensel ve akli bütünlüklerine ağır biçimde zarar verilmesi, grubun çocuklarının başka bir gruba zorla nakledilmesi olduğu açığa çıkmış demektir. Bu yapılan uzatmadan söylemek gerekirse 1948 Soykırım Sözleşmesi'nin II. Maddesi'ndeki soykırım fiilidir.
Sözleşmeye Türkiye'nin bağıtlanma tarihi açısından geriye yürüme meselesi hukuki bir konu olarak geri bırakılsa bile ahlaki olarak yapılanın bu manada değerlendirilmemesi için hiçbir sebep yoktur. Zaten özrün temeli de bu ahlaki sorumluluktan kaynaklanmaktadır. Dersim olaylarının hemen on yıl sonrasında benzeri vakaların uluslararası hukukça telin edilip cezalandırıldığını, yeni bir suç türü olarak yaratılan soykırımın uluslararası sözleşmelere konu edildiğini hatırlamak elzemdir.
Bu demektir ki dünya benzeri suçlarla mücadeleye Dersim'in külleri soğumadan, sürgünleri yurtlarına geri dönmeden başlamıştır. Yeri gelmişken değinmekte yarar var, sürgünde olanların devam eden mağduriyeti bağlamında 1950'de sözleşmeyle bağıtlanan Türkiye'ye karşı yargı yolunun kullanılması da göz önünde tutulması gereken bir ihtimaldir.
Yalnız bu yazının amacı mağdurlara yargı yolunu göstermekten ziyade resmi bir özürle başlayan sürecin özellikle kültürel haklar ve grup hakları bağlamında yeni bir döneme evrilmesi yöntemlerini tartışmaktır. Erdoğan'ın açıklamaları Türkiye'de etnik, ırksal ve dinsel kimliklerinden ötürü bir grubun ortadan kaldırılmasına yönelik faaliyetlerin lanetlenmesi olarak okunduğu ölçüde topluma fayda sağlayacaktır.
Ne var ki bir grubu yok etme kastı ile bireylerini öldürmek, onların bedensel bütünlüklerine zarar vermek, grubun çocuklarını başka bir gruba nakletmek dışında da onu ortadan kaldırmanın yolları bulumaktadır. Nihai metne girmese de Soykırım Sözleşmesin'in ilk taslağında grubun dilinin günlük konuşmalarda yahut okullarda kullanılması, yahut yayınların grubun dilinde basılmasının ve dağıtılmasının yasaklanması; grubun kitaplıklarının, müzelerinin, okullarının, tarihi eserlerinin, ibadet yerlerinin yahut diğer kültürel kurumları ve nesnelerinin tahrip edilmesi ya da bunların kullanımının engellenmesi de yukarıdaki kasıtla beraber okunarak suç oluşturan fiilller olarak tanımlanmıştı. Yani kültürel soykırım taslak metinde soykırım suçunu oluşturabilmekteydi.
Konu meselenin hukuken adlandırılmasından ziyade tarihin acılarından ders çıkarmak olacaksa bu taslak metni de günümüz uygulamalarına dikkat çekmek için kullanmak doğal karşılanmalıdır. Ki ahlaki bir öze dayanan özür müessesesi de bunu mümkün hatta samimiyeti ölçüsünde zorunlu kılmaktadır.
Günümüzde Dersim halkının okullarda dilini kullanamadığı, yeni nesillerin Zazacayı konuşamadığı, kutsal saydıkları türbelerinin baraj suları altında kalmasının söz konusu olduğu, ibadet yerlerinin kullanımında zorluk ve eşitsizlikler yaşandığını inkar etmek mümkün değil. Tüm bu örnekleri saikleri itibariyle Dersim harekatının günümüzdeki uzantıları olarak anlamak ise mümkün.
Özrün samimiyet testi: Yasal düzenleme
Dersim vakasının temelinde devletin bölge halkının etnik ve dinsel kimliğiyle olan sorunu yatmaktadır. Bu sorun ister soykırım, ister kültürel soykırım diyelim Türkiye gerçekliğinde varolmuş ve hala devam eden bir patolojiye işaret eder. O halde mesele özrün ötesinde pişman olunan fiillerin nedenlerini ortadan kaldırmak olmalı.
Bu yapılmadığı oranda özre mündemiç bağışlanma isteğinin Dersim halkı tarafından karşılık bulması zordur. O nedenle mevcut iktidarın geleneksel reflekslerden uzaklaştığını göstermesi özürle sınırlı tutulamaz. Dersim halkının yer ve kişi adlarını kullanmaktan tutun da anadilinde eğitim hakkına, dinsel mekanlarının resmi olarak kabulünden kültürlerini korumak ve geliştirmek için devlet desteğine kadar bir dizi isteğinin yerine getirilmesi gerekir.
Yalnızca katil generallerin adlarını kışla tabelalarından silmekle konunun nihayete erdirilemeyeceği açıktır. Yukarıda örneklenen haklar yeni bir anayasa yoluyla ve bunu da aşan biçimde Türkiye'nin bağıtlanmaktan özenle kaçındığı uluslararası ve bölgesel insan hakları sistemlerine taraf olmakla sağlam bir zemine oturtulabilir.
Avrupa Konseyi'nin Dil Şartı ile Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi kendilerine taraf olmamızı, BM Medeni ve Sivil Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de üzerindeki çekincelerimizi kaldırmamızı bekleyen belgelere örnektir. Bu gibi taahhütler ve yasal yükümlülükler olmadıkça ülkenin yeni bir evre yaşıyor olduğunu söylemek saf bir hayalden ibaret kalacaktır.
Evrensel hukukla bağıtlanmayı zul gören AKP hükümeti bu sayede o çok eleştirdiği statükocu zevatın gelenek haline getirdiği sistemi kendisinin de sürdürdüğünü açık etmektedir.
Mesele CHP'nin sorumluluğu bağlamına indirgenemeyecek kadar ciddidir. Ve söylemekte yarar vardır ki CHP'nin özrü her ne kadar istenen bir durum olsa da asıl sorumluluk hükümetin üzerindedir. Yazık ki bırakın uluslararası hukuku, mevcut anayasal hakları bile göz göre göre çiğneyip KCK operasyonlarının arkasında durmayı Dersim özrünün önüne koyan bir anlayıştan böylesine geniş perspektifli bir yaklaşım beklemek pek de mümkün görünmüyor. (ADG/HK)
* A. Deman Güler, Finlandiya Institute for Human Rights Åbo (Turku) Akademi University