Ülkenin doğusunda yer alan dağlar yalnızca yükseltileriyle değil, taşıdıkları hikâyelerle de büyüleyici ve düşündürücüdür. Modern kapital yaşamın verdiği tek düze ve sıradanlığın insanların kişisel özelik/yeteneklerine göre aşma çabası değişik olsa da, hepimiz kendi hikâyemizi anlamlı kılma çabası içindeyiz.
Bu bazen erdem ve ahlak üzerinden bir tanımlama ile antik çağ filozofları ile kesişir, bazen de Freud-Lacan ile bireysel olanın ‘eksik ve arzu ‘ ile tamamlanma arayışının bir parçası olabilir. Burada tabi konumuz bu olmadığı için ‘Dağ’a dönmek isabetli olacaktır.
Dağcılık ilk çağdan daha mistik ve ruhani arınma için bir teslimiyet alanı içerirken modern çağda sınırların denendiği zorlu bir uğraşıya dönmüştür. MÖ 1334 yılında Çin‘de Tai Dağı‘na tırmanan İmparator Shun, dini bir ritüel gerçekleştirmiştir. Benzer şekilde, Antik Yunan‘da Olimpos Dağı‘na tırmanışlar mitolojik anlamlar taşıyordu. Modern zamanda 1786 yılında Fransız Doktor Michel-Gabriel Paccard ve rehberi Jacques Balmat‘ın Mont Blanc‘a tırmanması, Michel-Gabriel Paccard ve Jacques Balmat gibi öncüler, bu sporun gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Türkiye coğrafyasındaki her bir dağın; kendine ait çok sayıda öykü, şarkı, mit ve efsanede yer bulduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Yaşadığım Antalya’da 3024 metrelik Akdağ ve 2649 metrelik Tunç Dağı’ndan sonra bu kez yol, uzun süredir yasaklı olan Cilo’nun en görkemli zirvesine; 4.137 metrelik Reşko/Uludoruk ve Dünya’nın 48.tavanı olan Ağrı Dağı oldu.
Ertelenmiş kişisel bir hikâye olacağı baştan beli olan bu yolculukta, Yüksekova/Gever sınırına vardıkça ülkenin son 50 yılda yaşadığı politik çatışma/şiddetin her tür hikâyesi/izinin olacağını tahmin etmek zor değildi. Kentin son gelişen ‘Barış Süreci’ ile birlikte nispeten beli bir dinginlikte olduğunu gözlemlemek mümkün. Ama oturulan her çay ocağında, yemek yenilen yerde, dolaşılan caddelerde bir nevi sizi ‘turist’ gibi görseler de haklılıklarını anlatma çabası daha da artmış. Dağa tırmanış için geldiğimizi söylediğimizde hepsinin anlatacak mutlaka bir ‘dağ’ hikâyesi var. Bunların bir kısmı acının ve ölümün öyküleri iken bir kısmı neden çıkıldığının anlaşılması isteğinin hikâyeleri idi. Bir o kadar benzer bir o kadar kendi içinde yaşanan. Belki bir gün bunların öyküsü/sineması ‘yaşayanın ‘dilinden anlatılır, olmaz mı?

Serpel Yaylası’ndan zirveye
Bir zamanlar yasaklarla anılan Cilo, artık daha erişilebilir. Yol kontrolleri ve kimlik aramaları elbette var ama daha öncede buralara gelmiş biri olarak gözlemim yumuşamanın sahaya kısmen de olsa yansıdığı. İmzaladığımız taahhütname her ne kadar bizi korumak amaçlı olduğu söylense de hala yasaklı alan/bölgelere gidilmemesi gerektiğini ifade ediyordu. Yüksekova'dan Serpel Yaylası’na ulaşıp Zap’ın kollarını oluşturan derelerin kenarında kurulan çadır, buz gibi sularla kısa bir buluşma ardından gece yürüyüşüne hazırdık.
Aslında ana yürüyüş daha yüksekteki Horgedim yaylası idi ama sonraki Ağrı Dağı tırmanışında da karşılaşıldığı gibi pek çok yerde su kaynağını sağlayan buzullar ciddi düzeyde erimiş, su miktarı oldukça azalmış. Doğa yıkımının tetiklediği küresel ısınmanın kapitalizm ve insan kaynaklı nedenleri dışında, küresel bir iklim krizi olduğu da gerçektir.
Gece yarısı başlayan on yedi saatlik tırmanışta kılçık geçitler, dağ keçilerinin izleri ve Urartu’dan kalma kaya resimleri yol arkadaşımız oldu. Yükseldikçe bulutlara yaklaştık, gökyüzüyle yer arasındaki sınır silindi. 4135 metrelik Reşko/Uludoruk zirvesinde varıldığında güneş doğmuş, alabildiğine etrafı açık bir manzara görmek büyüleyiciydi. Ülke gündemine daha önce mutlaka girmiş Çarçela, Oramar, Dağlıca, Doski Vadisi’ni görmek mümkün. Zirve Defteri (Rehberlerin muzip anlatımı) daha önce bölgedeki 30 civarında örgüt militanın zirve ziyaretlerinden kod adları ile ziyaretlerini yazmış olması sonrası kaldırılmış, o günden beri defteri gören yok yani.
Sat Gölleri'nde buz gibi bir mola
Sonunda Sat Gölleri karşımızdaydı. On iki gölden beşine girmek, soğuk suların da yüzmek benzersiz bir deneyimdi. Yolda yavru bir dağ keçisinin çok zor bir yerde meraklı bakışı hayranlıkla dolu bir keyif hissettirdi. Uzun süredir çatışma bölgeleri olduğu için insanın elinin az değdiği yerlerin, önümüzdeki zamanlarda neye dönüşeceğini hep birlikte göreceğiz. Buranın envai çeşit çiçekler ve yeşilikler içinde bahardaki coşkusunu hayal etmek bile insanı sarhoş ediyordu. Arkada Reşko, Oramar, Çarçela ve Cilo’nun doruklarını fon yapan halay, şimdiden kişisel tarihimde unutulmaz bir yer edindi.
Ve şimdi yola düşme zamanı. Dünyanın 48 .tepesine ,çok sayıda kültür ,inanç ve halk için önemli yer tutan Ağrı Dağı’na..
Ararat’ın gölgesinde
5.137 metre yüksekliğiyle dünyanın 48. tavanı. Urartu’dan bu yana Ararat adıyla bilinen Ağrı Dağı Ermenice Ararat ya da Masis; Kürtçe Çiyayê Agirî; Selçuklular döneminde Eğri Dağ; Farsça Kūh-e Nūḥ/Nuh Dağı manasına gelmektedir. Yani her halk bu dağa bir kutsallık ve kendine aitlik katmıştır. Dağ Ermeni halkı için ayrı bir kutsallık taşır. Ece Temelkuran’ın Ağrı’nın Derinliği kitabında Ermenilerin en yaşlı kadın şairi Silva Gabudikyan’ın ağzında aktardığı gibi: ‘’Ağrı sizin için bir yükseklik, bizim için bir derinlik meselesidir.”
1925–30’ların İhsan Nuri Paşa’nın öncülüğünde Büyük-Küçük Ağrı isyanları, o zamanın Cumhuriyet gazetesinde büyük puntolarla yazılan muhayyel hayallerin gömüldüğü bir yer olarak da anılan Ağrı Dağı, hem görkemli hem cüretkâr bir dağdır. Yanlış değilsem Ağrı kent merkezinde o dönem isyanı bastırmak için kullanılan askeri silahların bir kısmı açık havada sergileniyordu.
Reşko’nun ardından, Van Denizi’nin kıvrılan sularını takip ederek geldiğimiz Bazid’te (Doğubayazıt) dağ tüm heybetiyle karşımızdaydı.
Genelde bölgede siyaseti takip etmek için, çay içilen ve kürsi denilen oturaklarda yapılan sohbetlerin çok faydalı olacağı söylenir. Yaşadığımız bir olay bunun ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Sürekli bizi turist sanarak ‘hello hello’ diyen 7-8 yaşlarında iki çocuğun bizle girdiği politik tartışma açıkçası ben dahil herkesi şaşırttı.
Sürekli nerelisin diyen çocuklara sorulan peki siz sorusuna birinin "Ben Kürdüm" diğerinin de "Ben Türkiyeliyim" demesi kısa bir süre beni şaşırtsa da yaşamın her alanında poltizasyonu yaşayan bölge gerçekliğini anımsayınca daha anlaşılır geldi. Türkiye kimlik tanımlamalarını üstenci/yasakçı bir bakış ile yapılmaya çalışılması, Bazid’e bu iki çocuğun tamamen doğal bir biçimde kendilerini korkmadan bize ifade etmeleri karşısında ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor. Kabul ve saygı gösterme 'barış süreci' denilen ucu açık süreç için çözümün nasıl olacağını gösterdiğini düşünüyorum.
Bazid evini gezerken Dengbej odasında gelen kırılgan büyülü sessin günlerce anlattığı hikâyeler, kahramanlıklar, ihanetler, kavuşamayan aşk öyküleri.
Bir tartışmaya göre Bazid’li olan Ehmed-i Xani’nin ‘ey gele Kurd’ öğütleri Ağrı’nın kendisi küçük olsa da taşıdığı kültürel anlamın büyüklüğünü artırıyor.
Bu tür yüksek zirvelerde insan fizyolojik adaptasyonu için gerekli aklimatizasyon için önce 3200 metrede adaptasyon, sonrasında 4200 metre de bunun devamı gerekiyor. Tüm bu alışmadan sonra gece 1.30 da çok sayıda dağcı ile yapılan zirve yolculuğu.
Nefesimizi kesen soğuk, irili ufaklı taşlar, kaygan zemin ve gece karanlığı yürüyüşü oldukça zorluyordu. Ancak çok sayıda dağcının kafa lambası gökyüzündeki yıldız kümeleri gibi parlıyor, yeryüzüne inmiş bir Samanyolu’nu andırıyordu. Gece 1.30 da başlayan tırmanış, yedi saatin ardından sabah 08.00’de zirvede son buldu. Karşımda Küçük Ağrı, ayaklarımın altında diğer ülkelerin sınırları
Zirvede çay, zirvede barış
Ayağımda kar kramponu, başımda kaskla biraz tuhaf görünsem de, zirvede içilen çayın tadı bambaşkaydı, yıldızlarla bezeli gece yürüyüşünün ardından gün tarifsizdi.
Ağrı Dağı bu kez cömertti; yol verdi, nefes aldırdı, zirveye çıkmaya müsaade etti. Her iki zirvede de gidenlere bir kuşun kanadında selam yollamak ertelenmiş bir görevin yapmanın huzurunu sağladı.
Ertesi gün 1 Eylül Dünya Barış Günü. Dünyanın emperyal paylaşım ve vekalet savaşlarıyla her gün televizyon ekranlarında bir illüzyon gibi evimize dolan ölüm ve yıkım görüntüleri. Kendi coğrafyamızda 50 yıldır süren ama bir süredir yerini umuda bırakan çatışma süreci azalsa da, yanı başımızda Filistin halkı ve tüm halkların yaşadıkları acılar ve savaşlar. 5137 metrede, bu kutsal dağda dünyanın tüm ezilen ve yok edilmeye çalışılan halkları/inanç grupları için barış dilemek de bu yolculuğun en anlamlı anı oldu.
Dağların hatırası
Hava ve dağ cömertti; bu nedenle ona teşekkür ettim. Artık biliyorum ki bu dağlarla kurulan dostluk, kışın buralara yapılacak yeni yolculuklarla sürecek. 4.200 metrede verilen molanın ardından başarmış olmanın gururuyla 3.200 metredeki deki kampa döndük. Çadır toz tabakasıyla kaplansa da, bu doğanın buradaki olağan haliydi.
Yıldızlar altında dağda geçirilen son geceden sonra aşağıya inerken, özgürce dolaşan atlar, çarpan meltemin ıslığı ve tüm heybetiyle yükselen başı karlı Ağrı Dağı zihnime çoktan kazınmıştı. Erivan Radyosu’nda çalan Şeroya Biro’nun Way Malino buğulu şarkısı başlangıçta olduğu gibi bitişte de eşlik etti. Bu kez dolaşmayı bırakıp özgürce koşan atların eşliğindeydi.
Benim içinde oldukça kişisel bir anlamı olan bu yolculuğa izin veren Reşko ve Çiyaye Agirîye spas...
*Bu yolculuk yoldaşlarım/ablalarım Leyla ve Sevda Yılmaz anısına yapıldı.
(UY/EMK)





