“İçkiyi günah olduğu için içmememiz gerektiğini söylüyorlar.
Topu yalancı!
Fazla ekmek yersen de günah.
Her şeyin bir ayarı var.
Her şeyin fazlası zarar.
Rakiya haram değil.
Rakiya ilaç.
Ülserin varsa, bağırsaklarında, midende…
Ama yemekten önce biraz rakiya, mastika veya Badel içersen…
Yugoslavya günlerinde dünyanın en iyi rakiyasına sahiptik.
Kanyak, Vinyak, Badel, Stomakliya, rum…
Sinir kalmazdı her sabah biraz içtiğinde.
Kalbe iyi gelir, tansiyonun varsa düşürür, ülser de olmazsın”
Toprak ve Kanatlar (Soil and wings) adlı belgeselin kahramanlarından Ayten film boyunca kocası Erdoğan’dan mütemadiyen rol kapıp bilhassa Türkçe konuşmaya doyamıyor:
“Üzüm, erik, elma… asit oradan geliyor, meyveden geliyor.
Günahsa meyve de yemeyelim, üzüm de, elma da…
Fermante olan herhangi bir meyve yemeyelim.
Bu hususta Peygamberlerimiz bilge sözler söylemişler…”
Bektaşi aydınlığı
Geçtiğimiz günlerde Belgrad’da düzenlenen Beldocs IDFF 2025’in Sırbistan filmleri klasmanında En İyi Kamera, En İyi Film ve en İyi Montaj ödüllerini kazanan hipnotik belgesel seyirciyi Makedonya’nın verimli coğrafyasına taşıyor.
Bizi daha önceki Gora belgeseliyle kadınların filme çekilmesinin yasak olduğu Kosova Goranileriyle tanıştıran sinemacı Stefan Malešević bu defa da kadınların ziyadesiyle söz sahibi olduğu Kuzey Makedonya’daki Bektaşilere adeta hayran bırakıyor.
2025 Sırbistan yapımı 78 dakikalık belgeselde Müslümanlığın bu en müterakki şeklinin dünyadaki en demokratik dinlerden daha da ilerici olduğu ispatlanıyor.
Esasen tütün ve karpuz yetiştiriciliği, ayrıca hayvancılıkla geçimlerini sağlayan mevzubahis ailenin muhtelif fertlerini süt sağarken, kış için odun istiflerken veya tütün yapraklarını asarken izliyoruz. Çocuklar genelde cep telefonlarına yapışmış gibiler; neyse ki arada bahçede gayet “ilkel” oyuncaklarla kendilerini eğlendirmeyi biliyorlar.
Yetişkin kahramanlarımızın muziplikle aktarılan gençlik maceraları dışında, flört etmenin, erotik içerikli espri yapmanın ne kadar insani bir refleks olduğuna bir kez daha ikna olacaksınız.
Takdir topluyorlar
Yönetmen, senaryo yazarı, sinematografi ve montaj hanelerinde adını gördüğümüz Stefan’ın acelesi hiç yok; işini huzur ve dirayetle sürdüren köylüler gibi. Kamera sık sık yerinde durup 360 dereceye yayılan çevresel hareketlerde bulunurken Branislav Jovančević folklorik motifleri minimalist tınılarla birleştirip atmosferdeki mistisizmi müzikle taçlandırmakta layıkıyla muvaffak oluyor.
Köy ahalisinin belirli vesilelerle toplandığı, erkeklerle kadınların eşit söz sahibi olduğu tekkenin mimarisi de, iç dekorasyonu da gözlerimizi okşuyor. Aytenler’in evi ise sade bir görünüm arz etse de duvardaki Türkiye bayrağı ve hemen yanında Ekrem İmamoğlu imzalı “Her şey çok güzel olacak” posteri dikkat çekiyor.
Keramet kelimesini dilinden düşürmeyen Ayten’in bize kendine has Türkçesiyle aktardığı mistik anekdotlardan biri bir Yahudi’nin Müslümanlığa geçişiyle alakalı:
“Zamanı vaktında adamın biri Yahudiymiş. Kızı hastaymış, iki gözünden kör olmuş, bir tarafı tutmaz haldeymiş. Babası kasabaya alışverişe gitmiş, kızı bırakmış bostanda otursun. Kız ağacın altında otururmuş, ağacın dalları şıpırdanmış. Kız da kaldırmış başını bakmış. Güvercinin kanadından kan damlamış gözüne. Gözleri açılmış, vücudu iyileşmiş…
Kız kalkar bostan içinde gezer, babası gelir, ‘Sana ne oldu?‘ der. Beyaz güvercinin kanadında İmam Hüseyin’in kanından varmış. Keramet. Ben hemen giderim, dinimi değiştiririm, Bektaşi Müslüman olurum demiş”.
İnançlarına göre münasip davranışları sayarken filmin kahramanı Ayten, Muharrem ayında süslü püslü giyinmediklerini, asla hayvan kanı akıtmadıklarını belirtiyor; matem orucu devam ederken ağaç kesmenin büyük bir günah olduğunu da hatırlatıyor.
Genel manada insan münasebetleri mevzubahis olduğunda ise eşine şiddet uygulayan erkeğe toplum içinde iyi gözle bakılmadığını da bize aktarıyor.
İnsanı tefekküre sürükleyen filmin başında seyirciye verilen yazılı malumat sanki daha çok Batılı sinemaseverlere yönelik gibi görünse de içeriğinde enteresan detaylar mevcut.
800 sene önce doğmuş Hacı Bektaş-ı Veli dervişlerin dervişi, Sufi bir mistik olarak tanıtıldıktan sonra Osmanlı İmparatorluğunda öğretilerinin ağızdan ağza nasıl yayıldığı şiirsel bir dille aktarılıyor.
Geniş coğrafyada inşa edilen birçok tekkeden birinin Kanatlar köyündeki Dikmen Baba tekkesi olduğunu öğreniyoruz.
Yeniçeriler Hacı Bektaş-ı Veli’nin öğretilerini kendi resmî dinleri olarak kabul etmişler. Balkanlar’da esir alınan ve eğitilen genç erkekler Bektaşiliği, doğduklarındaki dinleri Hristiyanlıkla dönmüş oldukları Müslümanlık arasında bir köprü olarak kabul etmişler. Kanatlar köyü yaşanan fazlasıyla çalkantılı çağlara, savaşlara, devrimlere, salgın hastalıklara rağmen Hacı Bektaş’ın bilgece sözlerine sadık kalmayı sürdürmüş.
Filmde Kuzey Makedonya’nın da dahil olduğu Yugoslavya’nın dağılması sırasında yaşanan savaştan birebir bahsedilmemesi bir tesadüf mü bilemiyorum, fakat muhtelif din mensuplarının en azından bir süreliğine barış içinde yaşadığı ahenkte Kanatlar’daki Bektaşiler misali toplulukların payı yüksek olmuştur diye düşünüyorum.
Ergenlikten yetişkinliğe…
Oysa üç Saraybosnalı delikanlının olimpik branşlardan kızak sporundaki maceraları Pist (The track) adlı belgeselde aktarılırken Yugoslavya’nın dağılma süreci ve bilhassa tesirleri üzerinde epeyce duruluyor.
Hamza, Mirza ve Zlatan savaş kasvetinin hâlâ hissedildiği, işsizliğin, siyasi çürümüşlüğün kol gezdiği, kendine gelememiş bir diyarda ergenlikten yetişkinliğe geçerken fazlasıyla zorlanıyorlar. İstikballe alakalı plan yapamıyorlar, çünkü onlara sunulan ihtimaller gayet kısıtlı.
Antrenörleri Senad’la 1984 Saraybosna Kış Olimpiyatlarından kalma betondan mamul köhne kızak pistinde dirayetle çalışıyorlar; çok kısıtlı imkânları yüzünden dünya klasmanlarında yer alma ihtimallerinin düşük olduğunu bile bile, taa ki…
Yugoslavya gibi bir zamanların parlak memleketindeki savaş, sanki Tito sosyalizminin ulaştığı zirveleri törpülemek için uluslararası sinsi bir planın neticesi; kahramanlarımız da savaş travmasını halen atlatamamış ebeveynlerin etkilerinden azade olamayarak günümüzde bocalayıp duruyorlar.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde adını gördüğümüz Ryan Sidhoo seyirciyi yavaş yavaş avucunun içine alıp kahramanlarıyla empati kurmamızı zamanla muhakkak ki sağlıyor.
Dünya prömiyerini True/False’ta yaptıktan sonra San Francisco Uluslarası Film Festivalinde ve Hot Docs’ta yer alan 2025 Kanada yapımı 90 dakikalık belgesel dün Kiev’de başlamış olması gereken 22.Docudays UA Uluslararası İnsan Hakları Belgesel Film Festivalinde de seyirciyle buluşacak.
İyileşmeye çok ihtiyacı olan yaralı diyarın savaş öncesindeki yapıcı, ümitli ve enerjik profili, olimpiyatların belgesele ustalıkla yerleştirilmiş arşiv görüntülerinde tüm fiyakasıyla karşımızda.
Dört seneyi aşkın çekim sürecinin sonunda kahramanlarımızın olgunlaşıp bir şekilde geleceğe ümitle bakmaları da gençliklerine ve mertliklerine pek bir yakıştı!
Sosyalizm ütopya mı?
Yugoslavya savaşı bittiğinde bir daha toparlanamayan, ülkenin medarıiftiharı şirketlerinden Energoinvest ile kurucusu ve yöneticisi Emerik Blum, tarihin ibretiâlem, ışıltılı bir diğer sayfası.
2.Cihan Harbinden sonra kurulmuş ve dünyanın önde gelen geniş kapsamlı mühendislik ve enerji şirketlerinden biri haline gelmiş Energoinvest, çalışanların söz sahibi olduğu ve kârı paylaştığı, günümüzde ütopik sayılabilecek bir işletmeydi. Yugoslavya’nın Bağlantısızlar Hareketinin bir üyesi olması sebebiyle şirketin tüm dünyaya seslenen profili tabii ki dogmatik komünistleri rahatsız ediyordu. Blum’un kendine has yönetim şekli, çalışanlarının tüm hayatına geniş kapsamlı şekilde dokunduğu için de fazla başına buyruk bulunabiliyordu. Her şeye rağmen Energoinvest 50’li yılların sonunda yerkürenin 20 ülkesinden fazlasına ihracatta bulunuyordu; 80’lerin bitmesine yakın milyon dolarlara varan bir ciroya ve 42 bin çalışana sahipti.
Daha çok dünya çapında ödüllü kurmacalarından bildiğimiz usta sinemacı Jasmila Žbanić mevzuyu geleneksel belgesel formatında çekmeyi münasip görmüş. Anlaşıldığı kadarıyla Jasmila projeye derinden gönül vermiş ve filmin senayosunun yazılmasına da iştirak etmiş.
Konuşan kafalar en başta olmak üzere filmdeki klişeler sizi başta sarmayabilir, fakat içeriğin gücü sizi eninde sonunda ele geçirecek, çalışkan ve ahlaklı bir jenerasyonun bitmez tükenmez icraatları karşısında hürmetle eğileceksiniz.
Geçenlerde sona eren Beldocs IDFF 2025’e katılmış, ZagrebDox’ta boy göstermiş 2024 Bosna Hersek yapımı 80 dakikalık belgesel MoMA’da da gösterildi.
Blum – Kaderlerinin hâkimleri (Blum – Gospodari svoje budućnosti/Blum – Masters of their own destiny) adlı belgesel sosyalist bir proje olarak Yugoslavya’nın unutulmaya yüz tutmuş iktisadi modelleri dışında memleketteki multikültürel ve çok dinli yapısına da saygı duruşunda bulunuyor. Ne de olsa Blum, Faşist Hırvatların temerküz kamplarından sağ kurtulmayı başarmış bir Yahudiydi. O bir işadamı olmasının yanı sıra bir hayırseverdi ve doğduğu şehir Saraybosna’da belediye başkanlığı bile yapacaktı. İktisadi kariyeri sırasında edindiği engin beynelmilel kültür, memleketinde tertip edilmiş 1984 Kış Olimpiyatlarının arkasındaki esas kuvvet olmasını da sağlamıştı.
Blum maddi kazançtan çok toplumun ilerlemesini şiar edinmiş bir idealistti. İnsanların hür olmalarının yanında kaderlerinin hâkimleri olmaları gerektiğini ısrarla söylüyordu.
Günümüzde, savaş ve bölünme sonucunda neo-liberal kapitalizme teslim olmuş eski Yugoslavya halkları arasında topralanabilenler ne yazık ki azınlıkta kaldı.
Ergoinvest ve Blum hakkındaki belgesel Uluslararası İşçi Filmleri Festivaline ne kadar da yaraşırdı!
(MT/EMK)