“çatıdaki çimenler”
bu bir kitap adı. ama “kitap” olmadan çok önce bir bloğun adıydı...
kitabın bir de alt başlığı var: ‘sen’e yazılar...
yani “ben”e, “biz”e, okuyana, “okuyan sen”lere yazılmış...
sahibi ve yazanı: sevgili jehan barbur!
jehan barbur mini-minnacık bir kadın. duyarlı, içten, güzel, on parmağında on marifet, düşünüyor, duyuyor, hissediyor, yazıyor, söylüyor, oynuyor, üretiyor... hepsinden daha önemlisi onların hepsinin “siz”e, “herkes”e geçmesini sağlayabiliyor.
yalnızca bir kez olsun bir konserine gidin ve onu izlemeye gelenlerle kurduğu ilişkiyi bir kez gözleyin. sanki “kırk yıldır” tanışan, birbirini seven, birbiri için canını vermeye hazır insanlar görürsünüz bir an gelir. şaşırırsınız...
ama bu “mini minnacık” kadın bunu başarıyor. nazım’ın anlattığı “dev”in karısına benziyor...
onu tanıyalı epey zaman oldu. arada konserlerine gitsem de, onun içtenliği, açıklığı, dışa dönüklüğünü ve yaptıklarını en çok elektronik ortam sayesinde keyifle izliyor, dergilerde ve sanal ortamda paylaştıklarını okuyorum.
bazen de yazışıyoruz, çoğunda yazdıklarımın onu “kızdırdığımı” düşünüyorum; arada yanıt yazıyor: “ne güzel... ne mutlu oldum. üşenmediniz, incelikle anlattınız. var olun” diyor...
sevindiğini anlıyorum. ben de seviniyorum.
“çatıdaki çimenler ‘sen’e yazılar” yaklaşık üç ay önce çıktı.
o sırada istanbul’daydım ve çıkar çıkmaz aldım. bir bölümü bloğundaki ve dergilerdeki yazılar ve şiirlerden oluşan, bazısını daha önce okuduğum bu şiir-anlatı-öykü kitabından söz edeceğim.
“yol”daş yazarlar
bazı yazarlar vardır, yazdıklarını okuduğunuz sırada sizi de yanlarına katarlar ve alıp götürürler bir yerlere. ben onlara “yol”daş yazarlar derim.
benim ilk tanıdıklarımdan birisi okumayı sevmeye başladığım ilk yıllarda her kitabını okuduğum “jules verne”di. hayalperestliğim ve ütopikliğim onunla çıktığım yolculuklardan kaldı sanırım. bir diğeri ise biraz daha sonra üniversite yıllarında ilk kez okuduğum “yaşar kemal”... ondan da “ötekilere ve ötekileştirilenlere, ama en çok da direniş ve sürekliliği” öğrendim sanırım.
sonra pek çok başkaları da oldu. ama hepsi “öyle” değil kuşkusuz...
“yol”daş yazarları okumak her şeyden önce keyifli bir yolculuktur...
yürürken gezerken onlarla konuşursunuz. çoğunluk onlar anlatır size, öğrenirsiniz, keşfedersiniz; dünyayı, coğrafyayı, insanı... ama en çok da kendinizi...
bazen yazarı geride bırakır ya da yan yollara sapar başka yerlere de gidersiniz.
böyle yazarlar, kitapları yayınlandıktan sonra, birilerinin kendisiyle birlikte o kitaplardaki yolculuğa çıktığını bilir ama genellikle onların kimler olduğunu ve kimlerle gittiğini bilmez... dolayısıyla sizinle gittiğinden de habersizdir.
tabi sizin saptığınız yollardan, onu geride bırakarak gittiğiniz yerlerden de habersizdir.
bazen birisi çıkar; benim yaptığım gibi “arsızlık” eder onu paylaşır başkalarıyla...
bazen de doğrudan yazarın kendisiyle...
ne yazdığının da önemi vardır okurun ama, asıl yazmasıdır güzel olan.
sevinir yazar... sevinir okur. okur yazar olmak sevindirir insanı. çoğaltır, büyütür de..
bu yazı sevgili jehan’la onun bu kitaptaki bir şiirinden yola çıkarak onun sezdirdiği, rehberlik edip yönlendirdiği ama ne olduğunu nasıl olduğunu şimdi sizinle birlikte öğreneceği bir yolculuğun hikâyesi...
rakıdan çıktık yola (**)
işte hep rakı içince oluyor bana böyle şeyler / yani rakı içince özlüyorum seni /
“sen” dediğim kim mi? / bir rakıda kaç tane “sen” var, bilebildin mi?
yaşlı adam ve genç bir kadın...
sanki kızı gibi, ama belli değil birbirlerinin “ne”si oldukları. yoksullar, ama yoksun değiller. her şeyden önce de “mutlu”lar!
onları ilk gördüğümde güzel bir “kır sabahı”ydı. hani puşkin’in ya da renoir’in anlatıp gösterdiği gibi. hani ışığın yalnızca çevrenizi ve çevrenizdekileri değil, içinizi de ışıttığı bir sahah.. azıcık bir serinlik vardı ama o ışık yalnız ışıtmıyor, aynı zamanda içinizi de ısıtıyordu. yalnız sabah güneşinden gelmiyordu o ısı ve ışık!
bir çeşit manyetik radyasyon gibi, görünmez bir “sevgi” dalgasıydı aynı zamanda...
orası bir kasabanın kenarında, kasabanın bitip önce bodur, sonra giderek daha büyük ama seyrek ağaçların olduğu bir yeşilliğin kenarındaki, dik yükselen dağın dibindeki derme çatma bir kulübeydi. o ikisi o kulubenin önündeydiler onları ilk gördüğümde.
temizlenerek bir tür terasa dönüştürülmüş, bir taşlıkta bir bacağı kısa olduğu için altına bir taş konulmuş, eski bir masanın önündeki alçak iki taburede oturmuşlar, birlikte çay içiyorlardı.
masanın üzerindeki tepsideki kenarı kırık, rengi dönmüş porselen tabakta birkaç zeytin, yanındaki metal tepsinin içinde de elle parçalanmış bir ekmek vardı.
ekmekten küçük lokmalar koparıyorlar, bir tek zeytini katık ediyorlar, yavaş yavaş çiğneyerek yiyorlardı.
bir de, masanın üstü bolca yeşillik kaplıydı. tanımadığım bilmediğim ama “beni ye” diyen “yeşili acı” otlardı onlar... ama çok lezzetli görünüyordu...
konuşmadan yediler. bitince kız kalktı adamın bardağını aldı, içeri girip çıktı, dolu bardağı adamın önüne bıraktı. adam cebinde bir sigara çıkarıp yaktı, başını kaldırıp göğe doğru baktı, sigaradan derin bir nefes çekip, dumanını dışarı saldı. sonra bardaktaki çayı büyük bir mutluluk içinde kocaman bir yudum aldı.
işte böyle başlıyor ol hikâye...
sonrası uzun... ben kısasını anlatayım size:
“her şeysiz” olur da “rakısız” olmaz
hep rakı içince kıyılıyor içim / şiarım değişiyor sokakta /
ben rakı içince biliyorum / yapabiliyorum her dileğimi
adam her gün aynı saatte dışarı çıkıyor ve ne yapıp ediyor, yine hep aynı saatte elinde ufak tefek yiyecek bir şeyler ve mutlaka bir şişe rakıyla eve geliyordu.
kız da o yokken bahçeden, çevreden, kırlardan bir şeyler buluyor topluyor, koparıyor, doğanın bize sunduklarından, çevredeki insanlarla dostluğundan yararlanıyor mutlaka bir şeylerle elleri dolu dönüyordu kulübeye.hemen her yerde bildiği ağaçlar, otlar, çiçekler vardı o güzel kızın. bir yabani keçi de vardı mesela; o arkadaki dağın bir yerlerinde gezinen... onu bulunca yanına oturuyor, o otlarken onunla konuşuyor, ona anlatıyor, sonra ona dokunuyor, biraz seviyor, en sonunda memelerini kontrol edip onu biraz sağıyordu.
eve gelince topladıklarını hazırlıyor ve yine o taşlığa sofrayı kuruyor; sofra tam hazır olduğunda da adam çıkıp geliyordu.
rakıyı açıyorlar, büyük bir neşe ve keyifle sofrada hazır olanları yiyip içiyorlardı.
ikisi de sek içiyordu rakıyı, zaten masada iki bardaktan fazlası da olmuyordu.
adam ilk yudumu alırken her defasında aynı cümleyi söylüyordu:
- “şu canım rakıya nasıl su katıyorlar, şaşıyorum. bu meret haram, su katmak ise hile; hiç harama hile katılır mı!”
“yani dökülüyorum sana”
hep rakı dolunca bardağa / kalkmayalım istiyorum masadan /
işlemeye başlıyor insafsızca / cam bardakta rakıdan zaman
sonra muhabbet ediyorlardı uzun uzun.
adam da kız da o güne dair olandan bitenden söz ediyor. en çok da yaşamın ve yaşamanın güzelliğinden dem vuruyorlar. zaman duruyor, zaman akıyor...
adam kıza sürekli bir şeyler anlatıyor, öğretiyor... sanki çok vakti yokmuş da, bildikleri sanki onda kalırsa, o kız yaşayamazmış gibi, tedirgin bir telaşla anlatıyor. kız da tek sözcüğü bile kaçırmıyor ve belleğine nakşediyor... sonradan bir yerlerde, yeri geldiğinde başkaların anlatmak, aktarmak üzere.
arada şöyle düşünmeden de edemiyordu.
“her insan emanetçisidir, ona anlatılan ya da hissettiği duyguların düşüncelerin.”
bazen de şu sözler dökülüyor dudaklarından, duyulur duyulmaz bir fısıltıyla:
“hissettiklerimiz ağzımızdan çıkınca, tortuları kalıyor elimizde. hislerin ölüleri gibi duruyor sözler, asılı bir yerlere.”
ikisi de “doğru”ydu!
sonra o da anlatıyordu, o gün yaptıklarını... en çok da o keçiyi anlatmayı seviyordu.
sonra evde yokken yaptıklarını gösteriyordu. bir sanatçı o aslında. her çeşit beze iğne ve farklı renkte ipliklerle işleyerek resimler yapıyor. büyüklü küçüklü. bazıları çok basit, bazıları bir fotoğraf gibi. bazılarına ise bakınca bir şey anlaşılmıyor: soyut!
en çok onları seviyor. her birini tek tek anlatıyor.
onları anlatırken aslında kendisini anlatıyor.
adam arada susturuyordu onu:
- “resim anlatılmaz...”
o resimleri anlatmayı seviyor, çünkü anlatmayı seviyor.
ne de olsa “sohbet ve muhabbet” rakının asıl mezesi.
o yaptıklarının her şeyin üzerine dikiyor iliştiriyor. kulübenin tek camına asılı bazı yerleri yırtık mor renkli eski perdenin üzerine iliştirmeyi seviyordu en çok da. ama yastıkların, minderlerin, hatta üzerlerine örttükleri şiltelerin üzeri hep onlarla dolu. bazen bir karton kutunun üzerine dikip kulübenin duvarlarına astığı da oluyordu.
bir de beyaz bir entarisi vardı. o elbise onun vitriniydi, sergisiydi. özellikle çok sevdiklerini ama genellikle son yaptıklarını, hep onun üzerine teyelliyordu.
gittiği, gezdiği yerlerde birileri görüp beğenirse hemen teyeli söküp onu o beğenenlere veriyordu. onlar da eğer varsa, boş kumaşlar, bez parçaları, renkli ipliklerle, bazen de evde olan bir kuru gıdayla ödüyorlardı el emeğinin karşılığını...
çalgının sesi
efkâr dediğin şey mi / böylesi bağlıyor bizleri? /
ne kadar çok gülebiliyoruz o gece / bu nasıl bir ekfâr, bildin mi?
her akşam şişenin sonuna geldiklerinde ikisi de önce çakırkeyif oluyorlardı, sonra da sarhoş!
son kadehe geldiklerinde bir sessizlik oluyordu, hep. süresi değişiyordu ama hep oluyordu. doğayı dinliyorlardı; doğanın seslerini... belki de karanlığın sessizliğini..
sonra adam ayağa kalkıyor, içeri giriyor, bir süre sonra ağaçtan yapılmış ama bir nefesli çalgıyla dönüyordu. bildik bir şeye benzemiyordu; kaval, flüt, ney arası bir çalgıydı bu.
sesi de bir tuhaftı. arada dertli çıkıyordu sesi, arada keyifli... adam bu çalgının virtüözüydü ve bazen onu inletiyor, bazen de sevinç çığlıkları attırıyordu...
yavaş yavaş çalıyordu her zaman... ecele etmeden... bir ibadet eder gibi adeta...
bildik bilinmedik pek çok ezgi vardı çaldıklarının arasında.
kız uzaklara bakarak büyük bir huşûyla dinliyor o anlarda onu. düşünüyor, belki de hayal kuruyordu. bu her akşam yinelenen bir giriş. bir çeşit uvertürdü bu çalınan; o günü, az önce konuştuklarını bir başka dilde özetleyen bir sesti...
sonra klasik parçalara geçiyordu, arada türküler, şarkılar da çalıyordu.
bir an geliyor ki o zamana kadar dinleyen kız yavaş yavaş mırıldanarak eşlik etmeye başlıyordu. sonra bir ses sanatçısına dönüşüyordu; adam da bir eşlikçiye..
o anda hep aynı hayali kuruyordu kız:
“bir şarkıcı olup kocaman bir orkestranın ardında çaldığı ünlü bir sanatçı olduğunu”
aslında adam da aynı anlarda aynı şeyleri hayal ediyor, arada “öyle mi değil mi” diye kıza bakıyordu. ama ikisi de hayallerinin aynı olduğunu asla birbirlerine söylemiyorlardı.
çünkü ikisi de biliyor ki bu hayal gerçek olduğunda adam o kızın ardında eşlikçisi olmaz, olamazdı... bazen yeri gelmişse adam asla bu hayalden söz etmeden eskilerden bir kısa anekdot anlatıyor müziğe ara verip. sonunda da hep aynı şeyi söylüyordu:
-“bu güzel bir hayat değildi. şimdi yaşadığımız en güzeli...”
kız bilmiyor, yorum da yapmıyordu ama aynı hayal hep aynı anda aklına geliyordu.
doğayla barışmak, doğaya karışmak
pazar günleri birlikte dışarı çıkıyorlar, kırlara gidiyorlar, birlikte gezerek bir şeyler topluyorlar, adam doğada bildiği her şeyi de kıza öğretiyordu.
ama kızın da bildikleri de vardı ve o da adama onları öğretiyordu. kızın bildikleri daha çok gördüğü, gözlemlediği şeylerdi. karıncaların, böceklerin, çeşitli hayvanların yuvaları, inleri, onlara nasıl girip çıktıkları, geçtikleri yerlerde bıraktıkları izleri, yaptıklarını.
adam onun anlattıklarıyla, kendi bilgisini birleştirince bilmediği bazı şeyleri bulmuş, bazılarını da anlamlandırmış oluyordu.
kısacası çok mutluydular; yaşamdan bekledikleri farklı hiçbir şey yoktu. zaman akıyor mu, duruyor mu belirsiz bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı.
bir gece yine meşk halindeyken adam kalp krizi geçirdi ve yere düştü.
kız dışarı fırladı, bağırdı, koştu...
bir süre sonra eski bir ambulans ve yaşlı bir doktor geldi. adamı muayene etti ve yapacak bir şeyin olmadığını, adamın öldüğünü söyledi kıza.
kız çok sakin karşıladı, şöyle dedi:
- “demek doğaya karıştı o da...”
doktor anlamadı kızın ne demek istediğini... üstelemedi de... ölüm raporunu yazarken sordu:
- “o sırada ne yapıyordunuz?”
kız onun gözlerinin içine bakarak yanıtladı:
- “hiç!.. rakı içtik sarhoş olduk,konuşuyorduk, o çalgısını çalıyordu, ben de şarkı söylüyordum... her gece böyle yapardık...”
doktor dibinde bir parmak sıvı olan bardağı işaret etti:
- “bunu mu?”
- “evet!”
sonra buruna götürüp kokladı:
- “ama bu rakı değil ki, su!”
ol ‘hikâye’nin sonu böyle işte.
siz de bulun okuyun bence “çatıdaki çimenler ‘sen’e yazılar”ı...
orada sizin de sevgili jehan’la yapacağınız pek çok yolculuk var.
kim bilir belki siz de o yolculuklardan birisinde yolunuzu saptırıp başka yollara, diyarlara gider, yeni kişileri tanır, tanışır, çoğalır,çoğaltırsınız...
yolunuz açık olsun...
senin de sevgili jehan...
ömrüm yettikçe izleyecek, okuyacak ve dinleyeceğim seni...
hem de keyifle... en çok da “kader kime şikâyet edeyim seni”yi okuduğum sırada hissettiğime benzer bir keyifle... (ms/yy)
(*) bu yazıyı “albioni’nin sol minor adagio”su eşliğinde okumanızı öneririm. tabii ki isterseniz jehan barbur’un “uyan”, “hayat” ya da “sarı” adlı üç albümünden birisini de dinleyebilirsiniz...
(**) rakı
biliyormusun? / hep rakı içince oluyor böyle şeyler / yani rakı içince özlüyorum seni
hep rakı içince kıyılıyor içim / şiarım değişiyor sokakta / ben rakı içince biliyorum / yapabiliyorum her dileğimi
hep rakı dolunca bardağa / kalkmayalım istiyorum masadan / işlemeye başlıyor insafsızca / cam bardakta rakıdan zaman
tek buz düşünce bardağa oluyor böyle şeyler / yani dökülüyorum sana / güçleniyor söyleyemediklerim / buz eriyor suyunda
biliyor musun? / hep rakı kokunca hava, oluyor böyle şeyler / kalkıp geliyorum sana / evinde benim köşem / hâlâ boyamadın ya?
sonra gariptir / rakı içince oluyorum böyle / biraz küçük biraz deli / babamı hatırladığımdan mıdır bilinmez / ellerim hep daha yeni.
tası tarağı topluyorum ilk yudumda / düşünüyorum sonra / hayat dediğin bir tas bir tarak nasıl olsa / toplarım sana / bir kadeh daha yollasınlar bana
efkâr dedikleri şeyi / rakının yanında getiriyorlar / katıksız meze gibi /
efkâr dediğin şey mi / böylesi bağlıyor bizleri? / ne kadar çok gülebiliyoruz o gece / bu nasıl bir ekfâr, bildin mi?
işte hep rakı içince oluyor bana böyle şeyler / yani rakı içince özlüyorum seni / “sen” dediğim kim mi? / bir rakıda kaç tane “sen” var, bilebildin mi?
(sayfa: 44)
Çatıdaki Çimenler 'Sen'e YazılarJ ehan Barbur, Alfa Basım-Yayın, Ekim 2013, İstanbul, 136 sayfa.