"Kemoterapinin beş günlük yan etkisinden kurtulmuşum, saçlarım dökülmeden evvel Diyarbakır'ın sonbaharının tadını çıkarayım diyorum. Hava nihayet biraz serinlemiş. Kim kanseri duysa, "bu işin ilacı moral" diyor. Meditasyonlar, reikiler, şifalı otlarla dolu telefonlardan kurtulup Diyarbakır'ın sokaklarına atıyorum kendimi. Adına şimdilik "moral" dediğim sihri arıyorum. Her yer çocuk! Dünyanın bütün sihirlerini bozacak kadar gerçek, yoksul, uyanık ve çoklar. Selpak satan veya araba camı silen, her ne ile meşgulse, Diyarbakır'daki çocukları reddedersen, "Canın sağolsun" deyip gidiyorlar. Can sağlığı topluyorum ben de. Çok ve bedava!.. Diyarbakır, en çok Diyarbakırlıları şaşırtan bir kent. Kim ki bir gününü boşaltıp sokakları dolaşsa, kente "yabancı" bulduğu anekdotlarla dönüyor evine. Çünkü Diyarbakır ezber bozuyor. Hiç kimse, bu kenti ezberlediğini sanmasın. Nereden bakıyorsa baksın! Diyarbakır her gün ustaca değiştiriliyor"
Evrim Alataş'ı, yukarıda alıntıladığım ve devamını okumanızı dilediğim "Moral Neyi Yener Kekê?" başlıklı Radikal İki yazısından çok önce tanıyordum. Bu yazı üzerine peşine düştüm, sadece tanımakla kalmayıp tanışabilmek için... Diyarbakır'dan yazıp duran bu genç insanın kim olduğunu uzun zamandır çok merak ediyorduk zaten. Bir de "can topladığını" öğrenince, yazılarıyla sürdürdüğümüz aşk hikâyesini bilsin istemiştim. Belki moral olur diye. Oysa tanıştığımda gördüm ki "moralsizlik" Evrim'in semtine zaten hiç uğramamıştı.
Bir gün Joyce'un Dublinliler'i gibi bir "Diyarbakırlılar" çıkıverecekti sanki kaleminden. Ömrü yetseydi çıkardı da... O günlerde her nedense, evimizin bir üyesiymiş gibi "Evrim bugün de şunu yazmış" diyerek yakın takibe aldığımız bu yazarın yirmili yaşlarının başında, oğlan çocuğu muzipliğini, hınzırlığını ve cesaretini henüz hiç yitirmemiş genç bir erkek olduğunu sanıyordum. Doğrudanlığı ile şaşırtan, stratejistliği ile değil fakat içtenliğiyle keskin bir politik duruş ortaya koyan yazılardı yazdıkları. Oradan anlamam gerekirdi oysa bu yazıların genç bir kadının kaleminden çıkıyor olduğunu. Anlayamamışım.
Evrim Alataş, politik tavrını keskin zekasından değil vicdanından üretiyordu. Tanık olduğu haksızlıklara karşı baştan ayağa bir vicdandı Evrim. En çok çocukları anlattı bu yüzden; taş atan çocukları, taş üzerinde üşütülen çocukları, terliği ve pijamasıyla "evinin önünde" kurşunlanan çocukları, başında bir mezar taşı bile olmayan çocukları anlattı; Kürt çocuklarını anlattı. Çocuklara karşı taş kalpli olanları, "taştan hüküm" verenleri usanmadan teşhir etti. Teoriyi hayat olarak yaşamak gerektiğini, hayat pratiğinin ve "adalet" bilgisinin kulvarlarının bir ve aynı olması gerektiğini özümsemiş bir vicdandı o. Durmadan yazıyordu. Yeni Politika, Özgür Yaşam, Demokrasi, Ülkede Gündem, Özgür Bakış, Yedinci Gündem, Yeniden Özgür Gündem, Birgün. Radikal İki ve Birikim'deki yazılar, nihai olarak da Taraf'taki "Kürtler Vadisi" yazıları. Hiçbir zaman takır tukur da olmadı bu yazılar. Kalemi, kâğıt üzerinde su gibi akarak kuruyordu cümleleri. Edebiliğe oynamayan, zorlama olmayan bir edebiyattı her yazısı. Evrim'in dediği gibi, her ne ise... "Moral Neyi Yener Kekê?" sorusuna bir cevabım olmasa da yazdım Evrim'e, tanıştım, buluştum. Çok zekiydi, çok güzeldi, çok komikti ve çok üretkendi... En önemlisi vicdan ve izan sahibi bir gazeteciydi. Yazık ki sadece birkaç yıllık, çok kısa süren bir ahbaplık oldu bizimkisi. Peşine düştüğüm bu yazar Diyarbakırlı da değildi üstelik. Malatya'nın Kürt ve Alevi köyü Gölpınar'da; politik anlamda neredeyse "gerçeküstü" bir tarih yazan, küçük ve tuhaf bir coğrafyada doğmuştu.
Bazı ölümler karşısında insan utanır. Evrim Alataş "normal bir hayat" yaşamayı becerebilenleri, kayıtsızları -öyle bir niyeti hiç olmamasına rağmen- nasıl her gün mahcup ettiyse, gencecik ölümüyle de "arkada kalanları" utandırdı. Kısacık bir ömre onlarca öykü, sayısız köşe yazısı, denemeler, siyasi analizler ve son zamanlarda bir roman (Her Dağın Gölgesi Denize Düşer) ve de bir senaryo (Mın Dît/Ben Gördüm) sığdırdı. Bütün bunları bir yandan da çok genç bir yaşta yakalandığı illetle mücadele ederken yaptı. Mızır mızır olmadı hiç, hayatla ve hastalıkla barışıklığı insanı kendi kenter mızıklanmalarına döndürüp utandıran cinsten bir barışıklıktı. Kürt coğrafyasında olan biteni anlatır ve analiz ederken artık kıvırtmayacağını, lafı dolandırmayacağını çoktan ilan etmişti zaten. Kürt siyasetçilere, Kürt aydınlara dikte edilen "siyaseten doğru" tavrın altında yatan "yabancılığa" (yaşanan acılara -ne olursa olsun- yabancı olmak anlamında) tahammülü yoktu.
"Bana milliyetçiliğin sınırlarını çizer misin Perihan?" diye soran bir yazı yazmıştı birinde de, Perihan Mağden "Kürt prensesi" demişti ona. O zaman düşünmüştüm; gerçekten de "Kürt Prensesi"ydi Evrim. Fakat ifade edildiği türden,"hükümranlığından memnuncana" bir prenseslik değildi onunkisi; öfkelisiyle, tembeliyle, uykucusuyla, utangacıyla...
Kürt çocuklarına reva görülenleri ta yüreğinde hisseden, çocukların ölüp durduğu yerde "ilk taşı kimin attığının" asla sual olunamayacağını, ölümünün üç gün öncesinde bile anlatmaya çalışmaktan vazgeçmeyen Pamuk Prensesti o. Türkiye coğrafyasında bir daha ne zaman karşılaşacağımızı ve hatta karşılaşıp karşılaşamayacağımızı bile bilmediğimiz bir halk masalı prensesi. Çok hakikiydi ama.
Hayat ona hiç cömert davranmadı; ve Evrim her ne aldı ise şu hayattan misliyle geri verdi. Rahat uyu Kürt Prensesi...(SÇ/EÜ)
____________________________________________________________
* Yrd. Doç. Dr. Sevilay Çelenk, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi