Burhaniye'ye yaz geldiğinde insan da gelirdi. Ve yaz aynı zamanda iş demekti. Ama ben ve Hüseyin hiçbir yaz bir işe girip çalışmadık. Biz çalışmaya karşıydık. Cebimizde beş kuruş para kalmasa da, çalışmayacaktık, o kadar inatçıydık.
Hüseyin yazar olma hayalleri kurardı. Henüz bir şey yazmamıştı ama hayalini kurardı yazacaklarının. "İlk kitabımı sana ithaf ederim" derdi. "Sonuna da üç nokta koyarım, havandan geçilmez." Ben gülerdim Hüseyin'e, onu çok severdim.
Ortaokul ikideydik. Ören'e, denize gitmiştik. Dubaları geçip, dalmıştık suyun dibine. Nefeslerimizi tutup, ilk yarışı başlatmıştık. Hüseyin iyi nefes tutuyordu, kazandı. Sonra ikinci yarış başladı. Dubalardan kıyıya kim daha çabuk varacaktı? Yüzmede Hüseyin'den daha iyiydim. Ama kaybettim. Ne bileyim bir kez de Hüseyin kazansın istedim. Şimdi hatırlıyorum da nasıl da sevinmişti kazandığına. Herkese tek tek anlatmıştı beni nasıl altettiğini.
Sonra bir gece vakti Ören'den eve yürüyorduk. Kimi zaman durup, ardı sıra yürüdüğümüz denizi seyredalıyorduk. Sanki içine girmekten daha güzeldi onu seyre dalmak. Dalgaların ritmiyle raks ediyordu gece. Ritim öfkeye çalıyordu. Rüzgarın derin uğultusu ağır ağır öksüren geceye karışıyordu. Denizkızı heykeli bize gülümsüyordu. Yosun kokusu ciğerlerimize işliyordu.
Ören'den eve yürümek nereden baksan bir saate yakın sürerdi. Ve bizim daha epey bir yolumuz vardı. Birkaç arabaya işaret etmiştik bizi alması için ama oralı bile olmamıştı hiçbiri. Halbuki geçende bir taksi durmuştu. Elbette taksiye otostop çekilmeyeceğini bilirdik. Ama kendisi gelip durmuştu işte önümüzde. "Para yok" demiştik. "Atlayın" demişti. "Işıklara kadar götüreyim sizi." Sonrası pek bir şey sayılmazdı zaten evlerimize, binmiştik.
O gece de öyle yürüyorduk eve ve hiç kimse bizi almaya yanaşmamıştı bile. Sonra bir fayton duruverdi yanımızda. İhtiyar adamın bıkkın ve bedbaht yüzüne bakakalmıştık. Başıyla, konuşmadan "Binin" dedi bize. Bindik. Yine olmadık bir şekilde yapıyorduk yolculuğumuzu eve.
Radyoda Zeki Müren çalıyordu. Hüseyin de ben de çok severdik Zeki Müren'i. İçimize dokunurdu sesi. Bir yanda yıldızlar vardı geceden süzülüp gelen, bir yanda da atların nal sesleri. İhtiyar adam usulca homurdanıyor, sanki atlarla konuşuyordu. Onlara Zeki Müren'den bahsediyor gibiydi. Biz öyle olduğuna inanmak istemiştik. Hüseyin gülümsemiş, "İşte tam bir roman kahramanı" demişti. "Benim romanımda olacak türden bir kahraman."
Dünyanın geri kalanının unuttuğu bir sokakta oturuyordu ihtiyar. Burhaniye'nin bütün faytoncuları orada otururdu çünkü. Kapı önlerinde atsız arabalar, sepetler, çıplak ayaklı, sümüklü kara çocuklar olan, derinlerinden klarnet sesleri yükselen o sokaklardan birinde.
İhtiyarın bizi faytonuna aldığı yazdan bu yana tam dört yaz geçti Burhaniye'de. O dört yazın son ikisinde yoktu Hüseyin. Düzenle barışamadığından içerideydi. Cezaevi koşullarını protesto etmek için açlık grevine başlamışlar tüm koğuş. Ölüm haberi geldi bir gün Hüseyin'in. Ölmeden önce "Görülmüştür" mühürlü bir mektup yazmış bana. "Bizim hikayemizi yaz" diyordu. "Bana ithaf et, sonuna da üç nokta koymayı unutma çok havalı oluyor." (SK/YY)
* Bu öykü 30 Kasım 2012'de Cumhuriyet Gazetesi'nin Ankara ekinde yayınlandı.