Adıyaman kökenli Kürt bir aileye doğup büyümüş, üniversitede okumak üzere Adana’dan İstanbul’a gelmiş Cihan Kırmızıgül on seneyi aşkın bir süre sonra yaşadıklarını paylaşıyor.
Kırmızıgül 2010 yılında İstanbul’un Çağlayan semtinde boş bir markete molotof kokteyli atanlardan biri olduğu savıyla gözaltına alınmış ve hakkında ağır hapis cezaları öngörülerek yargılanmıştı.
Bazı görgü şahitlerinin saldırganların puşi taktığına dair ifadesinden yola çıkılarak, sanki sadece puşi taktığı için yakalanan, işkence gören, adalet sistemini yok sayan prosedürlere maruz bırakılan ve iki seneyi aşkın bir süre sonra aklanan Kırmızıgül tecrübesini samimiyetle aktarıyor.
O zamanlar sembol haline gelmiş sansasyonel “puşi davası”nı sahiplenenler arasında kendisiyle tamamen alakasız grupların olduğunu ve davanın siyasal olarak sömürüldüğünü de hatırlıyor.
2024 Fransa yapımı 39 dakikalık Capture (Esir) adlı belgesel hadiseyi aradan geçen yılların süzgecinden geçirerek, dingin ve mütevazı bir dille aktarıyor. Yönetmen, senaryo, sinematografi ve montaj hanesinde adını gördüğümüz Jules Cruveiller kahramanının alçak gönüllü tavrına uygun olarak provokatif ve ajitatif tonlardan uzak duruyor.
Aksesuvar suç mudur?
Anadolulu mütevazi bir aileden gelip Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümünde okuyor olması medyanın ve kamuoyunun mevzuya yoğun alaka göstermesini sağlamıştı. Gözaltına alınmasıyla hayatı altüst olmuş Kırmızıgül halen Matematik bölümünden mezun, Fransa’da finans sektöründe çalışıp bazı büyük şirketlerin portföylerini yönetiyor. Birlikte bir kız çocuğuna sahip olduğu kadın arkadaşıyla Paris yakınlarında büyük bir dairede düzenli bir hayat sürdürüyor.
Bir zamanlar başına gelenleri etrafındakilere kolay kolay anlatmadığını öğreniyoruz. Filmde tercih edilen estetik yaklaşım da Kırmızıgül’ün dikkat çekmeye ve mazisini deşmeye aslında pek hevesli olmadığını ispatlıyor. Zaten anlatımın tamamının bir dış ses tarafından üstlenilmiş olması manidar.
Filmde Kürtlüğü temsilen puşinin baskıcı rejim tarafından nasıl manipüle edildiğini, ibretiâlem olsun diye davanın kanırta kanırta abartıldığını layıkıyla hatırlamış oluyoruz. Ayrımcı, ırkçı ve düşmanca tavırların hedefi olmuş bir üniversite öğrencisinin yaşadığı şoklar silsilesi şahsen yaptığı analizler aracılığıyla tane tane aktarılıyor. Polislerden yediği dayaklar, uğradığı hakaretler, maruz kaldığı işkenceler ve bitmez tükenmez sorgu seanslarının yanı sıra tehditler ve muhbirlik yapmasına yönelik baskılar da tek tek anlatılıyor. Tek kişilik hücrelerde, yılması ve işlemediği bir suçu itiraf etmesi için yapılanlar da travmasında mühim yer tutuyor. Başta onu teşhis ettiği söylenen gizli bir tanığın sonradan ifadesini değiştirmesinin bile aklanmasına giden yolun otomatikman açılmasına yetmediğini de hatırlıyoruz.
Adalet yerlerde sürünüyor…
Belgeselde o zamanlar sembol haline gelmiş davaya ve Kırmızıgül’e destek vermek için bazı Kürt parlamenterlerin mecliste puşi taktığını da görüyoruz. Kendisi hakkında apolitik bir mağdur ifadesini kullanabileceğimiz Kırmızıgül bu arada defalarca hâkim karşısına çıkarılıyor, dava yılan hikâyesine dönüşüyor. “Puşi davası”nı kendi emelleri uğruna kullanmış grupların icraatına da Kırmızıgül’ün hoşgörüden çok şaşkınlık ve belirli bir hayal kırıklığıyla baktığını idrak ediyoruz. Serbest kaldığı bir dönemde Taksim’e gidip İstiklal caddesinde kendisi hakkındaki bir protesto yürüyüşüne şahit olduğunu, göstericilerin arasından geçerken kimsenin onu tanımadığını da enteresan bir detay olarak aktarıyor.
Sonuçta genel tabloya bakıldığında, hürriyetin ne kadar mühim olduğunu anlamasına sebep olan ve demokratik rejimlerin lüksünde yaşayanların idrak etmesine imkân olmayan hadiseler silsilesi Türkiye’nin siciline kirli bir sayfa olarak kaydediliyor.
Dingin belgesel, düşmanlığın, öfke ve nefretin rahatlıkla alevlendirildiği, linç kültürüne alet edildiği ve seçilmiş kurbanların acımasızca feda edildiği rejimlerin içyüzüne çok daha geniş kitlelerin vâkıf olması için biçilmiş kaftan.
(MT/AS)