Bu yazıyı yazdığım sırada Türkiye Cumhuriyeti'nin 61. Hükümetinin başkanı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan TBMM'de "Hükümet Programı"nı okuyor. Kulağım canlı yayında, kaç haftadır değinemediğim İnsan Hakları Derneği'nin 2010 yılına ait "İnsan Hakları Raporu"nu inceliyorum. (1,2)
Dernek yetkilileri bu kez bir "iyilik" daha yapmışlar ve 1999-2010 arasındaki insan hakları ihlâlleri konusunu ayrıca irdelemişler ve bir "bilanço" ortaya koymuşlar; amaçları bir kıyaslama yapabilmek ve bir değişim varsa onu da ortaya koymak.
Her iki belge de çok önemli ve yararlı. Yalnız insan hakları alanında çalışanlarınca değil bence duyarlı herkesin bakıp irdelemesi gereken belgeler.
Bilmiyorum başbakan mecliste okuduğu programı hazırlarken bu raporlara da göz atmış mıdır? Eğer atmadıysa, en azından bir uygun zaman bulup hükümet programı onaylanmadan önce bu raporlara mutlaka göz atmalıdır.
Bu öneriyi yaparken, yıllar önce İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında rastlaşıp ayaküstü konuştuğumuz sırada sarf edilen iki cümleden yola çıkıyorum: "Muhalefet etmek için değil, doğruların ortaya konulması için her türlü uyarıya, öneriye açık olduğunu" söylemişti o zaman sayın başkan. Eğer geçen süreç içinde en azından bu yaklaşımını muhafaza ediyor, farklı seslere, görüşlere açık olma tutumunu koruyorsa bence bunu yapmalı ve raporu okumalı. Çünkü temel insan hakları ihlâllerinin sürdüğü bir ülkede başka alanlarda gelişmeler olmuş bunun o kadar çok da önemi yok. Çünkü insan artık önce temel haklarından yaralanabiliyorsa var.
Her iki belgeyi okurken aklıma yine o rapor geldiği sırada okuduğum başka haberler aklıma geliyor: Bunlar da "cezaevleri"yle ilgili. O kadar çok haber var ki! Ama aralarında öne çıkan iki haber aklımda yer etmiş: "Kürdistan'da tüm cezaevlerinin tam dolu olduğu" ve "AKP'nin 9 yıllık 'ileri demokrasi'si: 67 bin kişi tutuklandı" başlıklı haberler. Bu haberlerin aklıma gelme nedeni de belki her Cuma akşamı saat 19:00'da Taksim Meydanı'nda yapılan cezaevinde cezasına değil de yakalandığı hastalık nedeniyle aslında ölüme mahkum edilen "Hediye Aksoy"un tahliyesi ve tedavisinin sürdürülmesiyle ilgili dikkat çekme eyleminin belleğimin bir kenarında duruyor olması. İnsan haklarına duyarlı olunca ister istemez insanın kafası hep bunlarla dolu oluyor.
Hepsi birleşince de büyük resim ortaya çıkıyor. "Ustalık" döneminde olduğu söylenen AKP iktidarının 61. Hükümeti'nin önüne neyi koyduğu ve aslında neleri koyması gerektiği gerçeği.
"Muhalif" olmaktan değil!
Adından çok söz edilen ve her dönem "iktidar"a yakın olmuş köşe yazarlarının "hükümetin ustalığını vurgulayarak, ona şans tanınması gerektiğini" söyleyen yazılarına karşın, bence de başbakanın programı sunarken söylediği "yaptıkları yapacaklarının göstergesi" olduğu savı insan hakları alanında da geçerli.
Gelin o raporun satır başlarına bakarak geçen dokuz yılda yapılanlara, dolayısıyla yapılacakların neler olabileceğine bakalım. Bu sayılar resmi sayılar, uydurulmuş ya da değiştirilmiş sayılar değil. Somut başvurulardan ve kamuoyuna yansımış somut olgulardan kaynaklanıyor. Hepsinin ayrıntıları, İnsan Hakları Derneği'nin internet sayfalarında var.(1,2)
Dernek 2010 yılının raporuna "Kopenhag Kriterlerinden Ankara Kriterlerine Gerileyiş: 'Polis Devleti'" başlığını koymuş ve girişinde aynen şöyle deniliyor:
"2010 yılında çeşitli hak başlıklarında yaşanan ihlal iddialarını değerlendirdiğimizde;
bu ihlallerin 2009 yılından pek farklı olmadığını, ihlallerin 'demokrasi' söyleminin
en çok konuşulduğu yılda bile devam ettiğini, sistemin giderek otoriterleştiğini, yargı
baskısının özel yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri eliyle giderek arttığını, Kürt
sorununda izlenen tasfiye politikalarının ihlalleri artırdığını, işkence ve kötü
muamelenin devam ettiğini, gösteri hakkına ağır müdahaleler yapıldığını, ifade
özgürlüğünün tanınmayarak sıklıkla cezalandırıldığını, mahpus haklarının en kötü
düzeyine ulaşarak 'Polis Devleti' pratiklerinin sergilendiğini üzülerek ifade etmek
durumundayız."
Bu sözler salt "muhalefet" etmek için söylenmiş sözler değil, tersine "insan hakları ihlâllerinin yaşanmayacağı günlere özlem"den kaynaklanan bir "eleştiri".
Veriler
Çünkü bu sözlerin doğruluğu, onları söylemeyi haklı kılan kanıtlarla desteklenmiş. 1999-2010 yılı bilançosunda bunlar açıklıkla sıralanmış. Bir kaç örneği paylaşalım.
Örneğin "Yaşam hakkının ihlâli"yle ilgili bazı veriler şöyle: Faili Meçhul Cinayetler: 2002'de 75, 2010'da 22; Yargısız İnfaz/İşkence Sonucu/Köy Korucuları Tarafından/ Kuşkulu Ve Gözaltında Ölümler: 2002'de 40, 2010'da 100; Çatışmalarda Ölümler 2002'de 30, 2010'da 244; İşkence ve Kötü Muamele 2002'de 876, 2010'da 1349; Gözaltına Alınanlar 2002'de 31.217, 2010'da 7.100 ve Tutuklamalar 2002'de 1.148, 2010'da 1599.
Bir başka temel hak alanı "ifade ve örgütlenme özgürlüğü". Bu alanda örneğin sonuçlanan davalar ve verilen cezalara baktığımızda şu tabloyla karşılaşıyoruz: 2002'de "228 kişiye 362 yıl 7 ay hapis ve 144 milyar 164 milyon TL para cezası" verilirken, 2010'da ise "1.212 kişinin yargılandığı 267 dava sonuçlanmış ve yargılananların 143'ü beraat ederken, 1.069 kişi toplam 3757 yıl 7 ay 20 gün hapis ve 55.260 TL para cezasına" çarptırılmış.
Ve cezaevleri gerçeği
Bu bir "gelişim" değil kuşkusuz; tersine temel haklarla ilgili bir sorunu işaret ediyor. Aslında Dicle Haber Ajansı'nın (DİHA) 9 Haziran 2011 tarihinde verdiği bir haberde(3), hepimizin tekil örnekler halinde her gün medyada okuduğumuz durumu toplu olarak özetlemiş.
Buna göre de 2001 yılında cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlü sayısı 55 bin 209 iken, AKP'nin 9 yıllık iktidarı döneminde bu sayı, 67 bin gibi rekor bir artışla 122 bin 404 olmuş. Sürekli bir şekilde yapılan yeni cezaevlerine karşın mevcut toplam kapasitenin "100 bin" olduğu düşünüldüğünde kapasitenin neredeyse beşte bir fazlasının cezaevlerinde bulunduğu anlaşılıyor. Dahası ajans Adalet Bakanlığı'ndan elde ettiği bu sayının BDP'ye yönelik operasyonlar sonucunda "124 bin"e ulaştığını ifade ediyor.
Burada bir başka gerçek ise "tutuklu/hükümlü" oranı. Gelişmiş batı ülkelerine kıyasla bizde bu noktada da çok ciddi bir sorun var: Cezaevinde bulunanların yarısından çoğunu (%60) "tutuklular" oluşturuyor. Oysa bunun tam tersi olması gerekiyor. Gelişmiş ülkelerde "tutuklu" oranı %10-15 civarında.
Çıkan sonuç ise "tutukluluğun bir cezaya dönüştüğü" gerçeği. Ajans haberinde bu durum "doluluk oranının diktatörlük ile yöneltilen ülkeleri geride bıraktığını gösteriyor... AKP iktidarının 2005 yılında Terörle Mücadele Kanunu'nda yaptığı değişiklik ise cezaevleri açısından dönüm noktası oldu. Değişiklik sonrasında tutuklama tedbirden çok cezaya dönüştürülünce, cezaevlerinde doluluk oranı da katlandı" şeklinde ifade ediliyor.
Haberde ortaya konulan bir başka olumsuzluk 80 yaşın üzerinde "69 kişinin" cezaevinde bulunması. Resmi rakamlara göre "çocuk" sayısı ise 2 bin 168. Oysa gerçek bir "adalet"ten varlığı her iki durumun da olmaması halinde söz edilebiliyor. (MS/EKN)
(1)http://ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=222&Itemid=103
(2)http://ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=185&Itemid=99