Enerjisini ve üretkenliğini izlerken ölümsüz olduğuna inandığım, kısacık bir süre de olsa öğrencisi olma şerefine erdiğim ve yaptıklarıyla daima övündüğüm, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarımızdan Prof. Dr. Ufuk Esin’i kaybettik. Sevgili hocamız İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde on yedi gün boyunca süren tedavisinin adından 19 Ocak'ta kalbine yenik düştü.
Fakültede yapılan törenden sonra Feriköy Mezarlığı’na defnedilen Prof. Dr. Ufuk Esin’in kıymeti cümlelere sığacak gibi değil. Hakkında söylenebilecek ilk ve kanımca en önemli şey bilimsel tarihleme yöntemlerinin arkeoloji alanında kullanılmasına öncülük ederek “jeoarkeoloji” ve “arkeometri” alanlarında başlattığı çalışmalarıdır.
Fakültedeki törende yaptığı konuşmada Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın da ifade ettiği gibi: “Ufuk Esin, Prof. Dr. Halit Çambel’den aldığı anabilim dalında, prehistorya geleneğini bozmayarak ve daima geliştirerek günümüze taşımış, 1968 yılında Keban’da başlattığı kurtarma kazılarıyla Türkiye’de ilk kez 'sistemli arkeolojinin' başlamasını sağlamıştır. Türkiye'de arkeolojiye en büyük katkısı ise şüphesiz 'arkeometri'dir. Bize sadece arkeolojik kazı yapmakla kalmayıp, diğer bilim dalları disiplinleriyle bir arada çalışılmanın gerekliliğini göstermiştir. TÜBİTAK’ta arkeometri ünitesinin kurulmasına da bizzat öncülük etmiştir.”
Her kazısı bir okuldu
Öğrenciliğimde Protohistorya ve Ön Asya bölümünde okumama rağmen, prehistorya laboratuvarı ve Ufuk Hoca’nın o yıllarda yürüttüğü Aşıklı Höyük kazısı benim için ve elbette pek çok öğrenci için yaşayan bir efsaneydi.
1995 yazında katılma şansı elde ettiğim kazıda geçirdiğim haftalar boyunca Ufuk Hoca’nın yakınında olmanın değerini bizzat yaşadım. Her gün yoğunlaştırılmış programla damarlarımıza kadar arkeolojiyle doluyorduk. Bir tek kemik iğne için bile milimetrik ölçümler yapılarak yürütülen kazıda sadece kazıp çıkartmıyor, bulunduğumuz coğrafya ve üzerinde çalıştığımız dönemler hakkında uzmanlarından bilgi alabiliyorduk.
Tam bir okuldu Aşıklı Höyük. Bir kazının nasıl yürütülmesi gerektiğini görmek için büyük fırsattı. Öğrencilerine konunun uzmanlarıyla konuşmak ve onlardan bilgi almak için bu denli eğitici ortamlar yaratabilen kaç hoca vardır bilemiyorum. Ama Ufuk Hoca şüphesiz en değerlilerinden biriydi. Bütün yaşamını işine adayan, çok yönlü bakış açısı ve birikimiyle etrafındakileri daima büyüleyen bir insandı.
Arkeolojiye adanmış bir hayat
1933 yılında İzmir’de doğan Prof. Dr. Ufuk Esin, Avusturya Koleji’nde tamamladığı orta öğretimin ardından, 1956'da İstanbul Üniversitesi (İÜ) Prehistoya ve Arkeoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1957’de İÜ Prehistorya Kürsüsü’nde asistanlıkla başlayan akademik kariyerine hep aynı üniversitede devam etti. 1960'ta doktor-asistan, 1966'da doçent, 1976’da profesör oldu. 1984- 2000 yılları arasında Prehistorya Anabilim Dalı, 1998-2000 yılları arasındaysa yine aynı üniversitede Arkeoloji ve Sanat Tarih Bölüm başkanlığı görevlerini yürüttü.
Akademik hayatı boyunca yalnızca kurtarma kazılarını üstlenmeyi tercih etti. Keban Projesi kapsamında yer alan Tepecik, Tülintepe, Aşağı Fırat projesi kapsamındaki Değirmentepe ve son olarak da Aşıklı Höyük’te kurtarma kazıları yaptı. Türkçe, İngilizce ve Almanca’da sayısı 100’ü aşkın bilimsel yayını olan hocamız, 1993 yılından beri TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) üyesiydi.
Son dönemdeki en önemli çalışmalarından biriyse TÜBA ve TÜKSEK (Türkiye Kültür Sektörü) girişimiyle hayata geçen “Türkiye Kültür Envanteri Projesi”’dir. Onun yönetimiyle TÜBA Türkiye Kültür Envanteri Projesi'nde çeşitli üniversitelerden 50 ekibin çalışmalarıyla, on binlerce envanter çıkarıldı.
Mozaik değil, alaşım
Ufuk Esin, yaşadığı toprakları çok iyi tanıyan bir bilim insanıydı.
Bir arkeolog ve hoca olarak değerinin yanı sıra Mimarlar Odası ve ÇEKÜL tarafından 30 Eylül 2000'de Antakya' da düzenlenen "Kültürel Mirasın Korunmasında Valiliklerin Sorumlulukları" toplantısının sonuç bildirgesinde yer alan şu cümlesini, son yıllarda içine sürüklendiğimiz karmaşanın, onun bakış açısına göre nasıl bir anlam taşıdığını vurgulayabilmek için özellikle paylaşmak isterim:
"Ortak kimliğimiz 'Kültürler Alaşımı' dır. Türkiye'nin kültürel zenginliğinin sadece bir 'mozaik' değil, aynı zamanda ve daha ileri düzeyde bir 'alaşım' olduğunu, her türlü sosyal-kültürel ve ulusal gelişme ve kalkınma politikalarımızda, artık 'temel tarihsel gerçek' olarak tüm davranışlarımızın odağına yerleştirmeliyiz."
Sadece bu paragraf bile onun çok yönlülüğünü ve farkındalığını bize ne güzel anlatıyor, değil mi?
Yerinin asla doldurulamayacağını düşünüyorum. Fakat ondan kalan geleneğin mutlaka devam ettirileceğine bütün kalbimle inanmak istiyorum. (EE/TK)