Düğün sırasında geline nazar değmemesi için yapılan makyajın son ustası sanatını başkasına öğretmeme konusunda inat eden köylü bir kadındır. Kosova'nın yemyeşil dağlarındaki Ljubinje köyünde yaşayan Torbeşler'in kaybolmakta olan geleneğinin sırlarına vakıf olmak için belgeselci Gent Shala uğraşır durur.
Dokufest ekibinin 2012'den itibaren prodüktörlüğünü yaptığı AB destekli yapımlardan Svadba The Wedding (Düğün) adlı kısa film Balkanların ananelerinden küçük bir kesit sundu.
Coğrafyanın gayet renkli ve birbirinden farklı kültür ifadelerinin bir arada tutulmaya çalışıldığı Yugoslavya'da halkı gerçekten birleştirme başarısı ise zamanında rock müziği grubu Bijelo Dugme'ye nasip olmuştu.
Saraybosna'da 70'lerin ortalarına doğru resmen kurulan efsanevi grubun yaptığı müzik çoban rock olarak sınıflandırılmış, ilk yıllardaki samimiyet ve enerjilerini kaybettiklerinde folk etkileşimli hard rock'tan uzaklaşarak geleneksel tınıları new wave ve pop müziğe uyarlamaya yönelmişlerdi. İsmi beyaz düğme anlamındaki grubun temel direklerinden birinin gitarist Goran Bregoviç olmasına şaşırmamak lazım, fakat Lost Button (Kayıp Düğme) adlı belgeselin kahramanı erken ölümüyle herkesi sarsan baterist Goran Ipe İvandiç'in ta kendisi.
Gruba sonradan katılan İpe diğer elemanlarda daha gençti, fakat cüssesi, enerjisi ve sahnedeki aurasıyla kısa zamanda kendini sevdirip gruba ruh kattı. Komünist rejimde öylesine isyankar bir müzik türünün bu kadar geniş kitleleri peşinden sürüklemesi normal sayılmıyordu, fakat Tito bunu bir gurur vesilesi yapmayı bildi. Hem Yugoslavya, hem de başka ülkelerde turnelere çıkıp büyük konserler verdiler. Olağanüstü başarının birilerini rahatsız edeceği kesindi; İpe bir şekilde tuzağa düşürülerek baterisinde üç kilo esrarla yakalandı. Yargılanıp hapse atıldı ve girdiği depresif halden bir türlü çıkamadı. Cezası bittiğinde gruba tekrar dahil oldu, hatta ticarete atıldı fakat başarılı olamadı ve borçlandı. Belgrad'taki Metropol otelinin sekizinci katından atlayarak intihar ettiği iddia edilse de onu yakından tanıyanlar bu davranışın İpe'yle bağdaşmadığını, olayın bir cinayet olduğunu düşünüyorlar. Renato Tonkoviç, Mario Vukadin ve Roberto Bubalo'nun yönettiği, Bosna Hersek, Hırvatistan ve Avusturya ortak yapımı belgesel bildik klişeler üzerine oturtulmuş olsa da, Yugoslavya'nın coşkulu dönemine nüfuz etmemizi sağlarken İpe'nin dünyasına bizi dahil ediyor, ayrıca müzik açısından da doyuruyor.
14. Dokufest'in açık hava sinemaları arasında bana sevimli gelmeyen tek mekân Dream Cinema'da film gösterilirken, dışarıdan geçen birinin perdeye bira şişesi fırlatması Kosova'da Sırpça'ya halen tahammül edilmediğinin işareti miydi?
Kosova'nın adalet talebi
Yugoslavya'nın başkanı Miloseviç Arnavut kıyımına giriştiğinde ordu ile polis işbirliği halinde dehşet saçıyordu. Unidentified (Teşhis Edilmemiş) adlı belgesel Kosova'nın kuzeyindeki Peja (İpek) ilinde köylere 1999'da yapılan vahşete eğilirken birkaç gün içinde takriben 120 köylünün katledilmesine odaklanıyor. Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) bölgeye kısa zamanda ulaşıp yeterli delilin toplanmasına katkıda bulunmuş olsa da günümüzde suçlulardan sadece 10 tanesi yargılanıyor. Bu arada, kesin bilgilere göre emir komutası zincirinin üst seviyesindeki failler Sırbistan hükümetinde yüksek pozisyonlara terfi etmeye devam ederken Kosova meselesi nedense AB ile yapılan pazarlıklarda adeta bir tabu vazifesi görüyor, Sırbistan güvenlik kuvvetlerinin suçlarını örtbas etmek için öldürdükleri insanların cesetlerini kaçırıp, gizlice gömdükleri toplu mezarlar ortaya çıkmış olmasına rağmen! Yönetmenliğini Gordana Igriç ile Nemanja Babiç'in yaptığı çarpıcı yapım, televizyon haberciliği dilini kullansa da bir türlü teşhis edilemeyen suçlulara dikkati çekiyor. Bosna Hersek, Sırbistan ve Kosova ortak yapımı belgesel adalet yerini bulmadığı sürece mücadelenin devam edeceğini hatırlatıyor.
Çevre belgeselleri
Jürisinde Vasıf Kortun'un da yer aldığı Green Dox bölümünde birbirinden iddialı yapımlardan Bikes vs Cars (Bisikletlere Karşı Arabalar) adlı belgeselde otomotiv ve yakıt sektörünün dayatmalarına bir kez daha tanık olduk. Ulaşımın bir çile haline geldiği dünyanın belli başlı metropollerinde genişetilden otoyol, tünel veya köprülerin bir çözüm olmadığı gün gibi belli. Fredrik Gertten'in yönettiği yapım, devlet ve yerel yönetimlerin inatla alternatif taşıma araçlarına alan açmayarak çevre kirliliği ve küresel ısınmanın artmasına sebep oluşuna, çevreci bisikletçilerin ölümlerinin çoğalarak devam etmesine keskin bir bakış atıyor.
Fakat azgın kapitalist sistem kendini sözde uzmanlarla korumayı sürdürüp halkın kafasını karıştırmayı görev edinmiş durumda. Merchants of Doubt (Şüphe Pazarlamacıları) adlı belgeselde zehirli kimyasalların, zararlı ilaçların yol açtığı felaketler sahte uzmanlar aracılığıyla yürütülen propagandalarda inkâr ediliyor; bilim tarafından kanıtlanmış, fakat felaket tellalı olarak damgalanmış bilim adamlarının popüler dili kullanamadığından yeterince savunamadığı gerçekler çarpıtılıp, tam tersine çevriliyor. Robert Kenner'in yönettiği yapım mizahi dilin gücünü de kullanarak özellikle küresel ısınma hakkında devletler tarafından geciktirilen önlemlerin bir an önce yürürlüğe konması gerektiğini tekrar hatırlatıyor.
Antartika'daki çalışmalarına 1957 yılında başlamış olan Claude Lorius gezegenin geçmişine, kıtanın derinliklerinden çıkarılan buzlar sayesinde ışık tutuyor. Katlanılması zor şartlarda onyıllarca çalışmalarını sürdürmüş olan bilim adamı soğukla mücadele ederken içtiği viskiye sondajdan çıkan bir parça buzu attığında insanlığa ne kadar yararlı olabileceğini tahmin etmeye başlamıştı. Luc Jaquet'nin yönettiği La Glace et le Ciel (Buz ve Gök) iddialı prodüksiyon, aşırıya kaçabilen estetik kaygılar ve azametli müzik desteğiyle fazlasıyla cilalı bir yapım gibi duruyor; fakat insanın, yeryüzünün onbinlerce yıllık tarihinin somut örnekleriyle karşı karşıya kaldığında duygulanmaması mümkün değil, son yıllarda küresel ısınmanın arttığına dair kesin kanıtlara yüz vermeyenler karşısında öfkeye kapılmaması gibi…
Çin modeli = Türkiye?
Yüzyıllar önceki şaşalı günlerinde ihtişamlı surlarla çevrili İmparatorluk başkenti Datong günümüzde memleketin en kirli havasına sahip, vatandaşlarına fazla imkân tanımayan, fakirleşmiş bir kenttir. Girişken belediye başkanı Geng Tanbo bu gidişata dur denmesi gerektiğine inanır ve yıkılmış surları baştan inşa etmeye koyulur. Fakat kabak bölgede yaşayan, gayet dar gelirli insanların başına patlar, alelacele yerlerinden edilirler, göç etmeye zorlandıkları yeni apartman daireleri için çeştli bedeller ödemek zorunda kalırlar; bazıları mülkleri tapusuz gecekondu olduğundan haklarını bile talep edemez, direnenler güvenlik kuvvetlerinin gazabına uğrar, buldozerler acımasızca yıkıma devam eder. Ortaya çıkan eser gayet soğuk, ruhsuz ve işlevsiz bir yapıdır, Çin hanedanın kültürü çoktan silinmiştir. Belediye başkanı tüm ümitlerini surların legomsu kopyasını ziyaret edecek turistlere bağlar, fakat yüksek yerlerden gelen emirle bir anda görev yeri değiştirilir; inşaat yıllar sürmüş, gecikmiş, çeşitli yolsuzuklar ayyuka çıkmıştır. Zhou Hao'nun yönettiği The Chinese Mayor (Çinli Belediye Başkanı) adlı belgeselin sonunda Tanbo terfi mi etti, yoksa cezalandırıldı mı anlayamadım, ama şehirden ayrılırken başkanın ta kendisinin ve bazı vatandaşların da onun arkasından bolca gözyaşı döktüğü kesin!
Arkeoloji mi?
Çin'in iktisadi patlamasının bedelini Çin halkı ve coğrafyasının fazlasıyla ödemiş olduğu kesin. Şimdi de on yıllardır savaş halinde olan Afganistan'daki bakır rezervlerine gözünü dikmiş olan Çin şirketiyle başını bir türlü doğrultamayan ülkenin devlet adamları anlaşmıştır. Bakırın getireceği kazanç düşünülerek, madenin yutacağı antik kent Mes Aynak çoktan gözden çıkarılmıştır. Zaten ülkedeki fanatik Müslümanların daha önce Budizmin çeşitli hazinerini dinamitlerle patlattığı bir diyardayız. Afganistanlı arkeolog Qadir Temori canının dişine takarak verilen kısa sürede kurtarılabilecekleri toprak altından çıkarmaya çalışmaktadır. Talibanların bölgeye yönelik saldırıları arttıkça arkeolog ve işçiler canları pahasına çalışmalarını sürdürüler, Fransa veya ABD'den gelen destek ekiplerinin şartlarından çok daha kötüsüne talim ederek!
Yönetmenliğini Brent Huffman'ın yaptığı Saving Mes Aynak (Mes Aynak'ı Kurtarmak) adlı belgeselde, İpek Yolu üstündeki Mes Aynak'ın yıkılmasını geciktirmeye yönelik kampanyanın işe yaradığı görülüyor. Bu arada Çin'e maden çıkarma ruhsatını satan Afganistanlı bakan yolsuzlukları ortaya çıkınca görevini bırakmak zorunda kalıyor, arkasından gelene de aynı sebepten dolayı dava açılıyor. İnsan hayatının herhangi bir öneminin kalmadığı, antik eserlerin parçalandığı veya talan edilen müze ve kentlerden çıkan parçaların yüksek fiyata alıcılarının bol olduğu bir dünyada Mes Aynak'ı kurtarmak ne kadar romantik görünüyor, değil mi?
Düşkün ABD
Toplumun dışına itilmiş veyahut kendi seçimiyle modern dünyayı red eden çeşitli karakterin, belgesel dili gayet estetik bir yapımda buluşması: Above and Below (Yukarısı ve Aşağısı).
Las Vegas'ın altındaki su tahliye tünellerinde yaşayıp başkalarının atıklarıyla hayatlarını idame ettiren ama dolarları olduğunda kumarhaneden de uzak durmayan birbirine çılgınca aşık bir çift. Utah çölündeki bir uzay simülasyon istasyonunda geçmişinin ve özelllikle asker olarak katıldığı Irak savaşının izlerini silmeye çalışan yalnız bir kadın. İsviçreli Nicolas Steiner'in başarıyla kotardığı 118 dakikalık belgesel insanı taşıdığı evrene çiviliyor.
İtalyalı Roberto Minervini Texas üçlemesinden sonra kamerasını, suç işlemiş uyuşturucu satıcısı ve müptelalarına, hükümet karşıtlarına veya aşırı uçlarda yaşamaktan çekinmeyen kişiliklere, bu sefer Louisiana'da yöneltiyor. Memleketinde benzerine pek rastlanmayan ayrıksı yönetmen insanı sarsabilecek görüntüler konusunda dozu arttırmışa benziyor. The Other Side (Diğer Yaka) kanunsuzluk ile anarşi arasında, toplumun kıyısında yaşayanların dünyasına bizi çekincesiz dahil eden bir yapım.
Yönetmen hanesinde Anna Sandilands ile Ewan McNicol'ın adlarını gördüğümüz Uncertain de insanı bataklığın içine çekmese de kıyısında gezdiriyor. Louisiana'da suç işleyenlerin memnuniyetle sığındığı, iki eyaletin sınırındaki Texas Uncertain köyü ve ahalisi hakkındaki belgesel, özellikle göl manzaraları sayesinde gotik bir atmosfere sahip. Beyazlarla arkadaşlık yaptığı için ona laf atmış olan adamı öldürmenin suçluluğunu üzerinden atamayan, kızı ve eşi öldüğünden beri yalnız yaşayan 74 yaşındaki balıkçı Henry'nin gündelik hayatı; oğluna beyzbol öğreteceğine marijuana içmeye alıştıran, eski şiddet bağımlısı ve sabıkalı Wayne'nin bölgedeki en büyük yabani domuzu avlama takıntısı ve mıntıkanın tek geçim kaynağı göle dadanan bir parazit...
Tabii aristokrat bir geçmişi olduğunda, parasız kalarak sefil bir yaşam sürdürmek zorunda kalması, insanı daha hazırlıksız yakalayabiliyor. ABD başkanlarından Kennedy'nin eşi Jaqueline'nin akrabaları sözkonusu olduğundan belgeselcilerin New York'un East Hampton kıyısında yıkılmakta olan ahşap köşke izinli de olsa bir şekilde sızarak durumu Amerikan sosyetesine teşhir etmesi fazlasıyla sansasyonel bir vakaya dönüşür. Geçen Mart ayında vefat eden Albert Maysles'ın kardeşi David ile 1975 yılında çektiği Grey Gardens belgesel klasiklerinden sayılıyor. Edith Bouvier Beale ve aynı adı taşıyan kızı, namı diğer Edie'ler okyanusun kenarında toplumdan gayet uzak yaşamlarını sürdürmekte, evlerindeki rakunları da kedi ve köpek mamasıyla beslemektedirler.
Anne genelde vaktini eski günlerini anarak yatakta geçirmekteyken, 50'li yaşlarındaki kızı eski kıyafetlerinden yeni kreasyonlar yaratıp kameranın karşısına geçmekten gayet memnun görünmektedir. Küçük Edie Amerikan standartlarından dönemin iffet duygusunu dışa vuran People will say we're in love (İnsanlar birbirimize aşık olduğumuzdan bahsedecekler) adlı şarkıyı mırıldanmaya başladığında bir annenin kızını boyunduruk altına alarak, hayatını nasıl mahvedebileceği konusunda yetkin bir örnek izleriz… (MT/HK)