Kosova'nın Prizren kentinde bu sene 3-11 Ağustos tarihleri arasında düzenlenecek XVII. DokuFest kısa ve belgesel film severleri her zamanki kadar tatmin edecek gibi görünüyor. Etkinliğin yarışmalı bölümleri Balkan Belgeselleri, Uluslararası Belgeseller, İnsan Hakları Belgeselleri, Yeşil Belgeseller, Uluslararası ve Ulusal Kısalar olarak yine geniş bir spektruma sahip.
DokuFest'in fazlasıyla geniş programında ayrıca müzik içerikli belgeseller, çocuklara yönelik bir seçki, sinema konulu filmler, Ali Asgari ve Farnoosh Samadi'ye ayrılmış özel bir bölüm de var. Festivalin odak ülkesi bu sene Tayvan. Kadın sinemacılar tarafından gerçekleştirilmiş deneysel filmler bölümü de dikkat çekici. Etkinlikte ayrıca sektörle ilgili çalıştaylar, Prizren'de sinema dünyasından misafirlerle seyircileri buluşturan basın toplantıları ve tabii ki konserler düzenlenecek.
Festivalde yer alan filmler arasında dünyada ilgi görmüş belgesellerden ayrıntılı bilgi edinebileceğiniz Welcome to Sodom, Ryuichi Sakamoto: Coda, Fotbal Infinit, The Prince and the Dybbuk, The Trial, Terra Nullius: How To Be A Nationalist gibi filmler de var.
Festival programına bakıldığı zaman etkinliği düzenleyenlerin siyasi duruşu ve insan haklarına saygısı bir kez daha ortaya çıkıyor.
1917 Madenci Sürgünü
ABD'nin Birinci Dünya Savaşı’na katıldığı dönemde herkesin orduyu destekleyen faaliyetlere katkıda bulunması bir mecburiyet olarak görüldüğünden Arizona Bisbee'deki bakır madencilerinin hak arayışı bir ihanet olarak algılandı. Çalıştırıldıkları ağır şartların düzeltilmesi için giriştikleri mücadele 1200 kişi ve ailelerinin ağır bedeller ödemesine neden olacaktı. Madencilerle birlikte direnişe bile katılmamış bazı insanlar trene bindirilip sürgün edilerek bir daha kasabalarına dönmemek üzere çölün ortasına terk edildiler.
Yönetmen hanesinde Robert Greene adını gördüğümüz Bisbee '17 hadiseyi lanetleyenlerin yanı sıra olumlayanların bakış açısından da yansıtıyor; fakat saklanmaya çalışılmış bir sır olmasına rağmen günümüzde kimse olanları inkâr edemiyor. Anayasada yeri olmayan zaruret ilkesine dayanarak girişilen acımasız süreçte maden şirketinin çıkarlarına uygun olarak, güvenlik kuvvetlerinin yardımıyla statüko cebren dayatılırken "büyük tehdit" komünizm bertaraf ediliyormuş gibi davranıldı. Oysa ortaya çıkan çirkin tabloda, iktidardaki Anglosakson kökenlilerin, coğrafyanın esas sahipleri Apaşi'lere karşı uyguladıklarının devamı misali, Latin Amerikalılar’ı, Doğu Avrupalılar’ı ve kendilerinden farklı diğer göçmenleri ayıklayarak kayıtsız şartsız üstünlüklerini ilan etmeleri vardı.
Olayın 100. yıldönümünde tekrar canlandırılan dinamikte aynı aileden, dedeleri veya akrabaları birbirine zulmetmiş kişilerin torunları atalarının kimliğine bürünüyor. Bu bağlamda Oppenheimer'ın Öldürme Eylemi’ni hatırlatan 113 dakikalık sürükleyici eser seyirciyi avucunun içine alıp adeta hipnotize ediyor. Benzer dinamiklerin tekrar yaşanmaması için, vakanın unutulmaması, hakkında farkındalık yaratılması ve layıkıyla anılmasının değeri bir kez daha gözümüze sokuluyor.
Avrupa'da Müslüman düşmanlığı
Ayıplanması ve yeryüzünden silinmesi beklenen ırkçılık, silah endüstrisinin güdümüyle dünyanın bazı şeyleri aşmış sayılan "medeni" memleketlerinde bile prim yapabiliyor. Ülkelerinin göçmenler tarafından işgal edildiğine, Müslümanlığın tehdit oluşturduğuna, düşmanlara karşı devletin yeterli tedbir almadığına kanaat getirmiş, çoğunluğunu genç erkeklerin oluşturduğu gruplar Slovakya'da silahlanıp müfrezeler oluşturmuş vaziyette. Aralarında bazıları lider vasıflarına sahip olduğunu düşünüyor, fakat birçoğu kendi için bir gelecek göremeyen, erkek egemen enerjinin bolca salgılandığı bir ortamdan beslenen ezik ve silik tipler.
Toplumun bazı kesimlerini rahatsız etmiş olsalar da kanunlara aykırı davranmamaya özen gösterdiklerinden, güvenlik kuvvetlerinin müsamahakâr tavrından yararlanabiliyorlar.
ABD emperyalizmine karşı çıkmalarına rağmen Putin'in Rusya’sıyla araları iyi. Hatta ilham aldıkları gayet tehlikeli oluşumlar şiddete ne kadar meyilli olabileceklerinin de ispatı. Nefret, kin ve düşmanlığın öfkeli şiddete dönüşmesi için fitilin ateşlenmesi yeterli gibi görünüyor. Yönetmen Jan Gebert, Yunanistan'daki faşistlerin arasına sızıp Golden Dawn Girls belgeselini otaya çıkarabilmiş Havard Bustnes gibi kahramanlarını ayrıntılarıyla afişe ediyor ve When the War Comes adlı filmiyle hepimizi bekleyen tehlikelere karşı bizi uyarıyor.
Sirk gibi televizyon
Rusya televizyonlarında ABD seçimlerine ne kadar geniş yer ayrıldığına, Hillary Clinton ne kadar aşağılanırsa Trump'ın o kadar yüceltildiğine, seçim sonuçlarına Rusya'da ne kadar sevinildiğine bakılırsa, Putin'in ABD'deki son başkanlık seçimini etkilemiş olduğuna kesinlikle kani olunabilir. Muhalif olduğu kadar muzipliğe eğilimli görünen yönetmen Maxim Pozdorovkin, gezegen için hayati ehemmiyet taşıyan bazı mevzuların tekelleştirilmiş medya tarafından sulandırıldığına bizi bir kez daha inandırıyor.
Her türlü muhalefetin susturulduğuna, akıl durdurabilecek argümanlarla güruhların hipnotize edildiğine, sansayonel tavırla gösterişli stüdyolardan sunulan haberlerin magazin seviyesinde işlenmesine hepimiz şahidiz. Bazen bağıran çağıran, bazen budist bir guru gibi sizi sakince ikna etmeye soyunmuş sunucular, oradan oraya uçuşan kameraların fiyakalı çekimleri, cart renkler, parlak ışık saçan spotlar sizi ambale, hatta kör edebilir. Ama merak etmeyin, lideriniz Putin sizin için en iyi olanı biliyordur: Coşun, eğlenin, dünyanın milli sporu, hatta bahis oyunu haline gelmiş, gezegenin ırak bir diyarındaki seçimleri desteklediğiniz adayın kazanmasını histerikçe kutlayın.
Yalan haberlerden insanları manipüle etmek için kullanılmış propagandaya, taraflı bakış açılarından varlıklarını liderleri Putin'e teslim etmiş halka, acınası bir manzara. Megalomaniye tutulmuş Rusyalılar'ın halini biraz daha yakından incelemek isterseniz Our New President'ı kaçırmayın.
Yezidi soykırımı
On Her Shoulders adlı belgesel Yezidi halkının başına gelenlere, dünya güçlerinin bir türlü barışı sağlayamadığı acılı bir bölgeden sesleniyor. Yok edilmek istenmiş, tecavüze uğramış, köleleştirilmiş kadınları temsilen 23 yaşındaki Nadia Murad bütün dünyaya Yezidilerin çığlığını duyurmaya çalışıyor.
Yönetmenliğini Alexandria Bombach'ın üstlendiği film kahramanını adım adım izlerken köyünden başka bir yerde yaşamayı hiç düşünmemiş, diplomatların, bürokratların, politikacıların ortamlarında derdini anlatmaya çalışan bir kadınla karşı karşıya geleceksiniz; esasen dirayetine, inadına ve gücüne hayran olacaksınız. Ne de olsa dünyada barışı sağlamakla mükellef birçok uluslararası örgüt fiyaskodan öteye geçemez hale gelmiş vaziyette ve ancak olayları birebir yaşamış bir kadının yürek burkan beyanatı birilerinin harekete geçmesine vesile olabiliyor.
Belgeselde Nadia ile kuracağınız empati sizi mutlaka duygulandıracaktır, aynı şekilde dünyanın kaderinin belirlendiği kazulet binaların, uzun koridorların, konferans salonlarının soğuk ve sıkıcı atmosferi size bir karabasan duygusu verecektir. Belki siz de fimi seyrederken kendinizi Nadia kadar köklerinden koparılmış, yabancılaşmış, kayıp ve yalnız hissedebilirsiniz.
Mülteci dramı
Bazıları yakın coğrafyamızdan olmak üzere gezegenin çeşitli noktalarından Avustralya'ya sığınmacı olmak için harekete geçenlerin başına gelenler de ibretlik.
Ülkenin demokratik ve adil bir yönetim şekline sahip olduğu imajını fazlasıyla sarsan Christmas Adası'ndaki mülteci kampı daha çok bir ağır ceza hapishanesini andırmakta. Üstelik hüküm giymiş bir insanın cezaevinde ne kadar yatacağı belliyken adada tutulan mülteci adayları belirsizlik içinde, adeta bir arafta tutuluyorlar: Tıpkı ada yerlilerinin düzgün bir gömü merasimi yapılmadan toprak altına girmiş insanlar için kullandıkları "Aç hayaletler"(Hungry Ghosts) ifadesi gibi. Gabrielle Brady'nin mistik ögeler katarak yönettiği Island of the Hungry Ghosts belgeselinde milyonlarcası adaya göç etmiş ve karada mütemadiyen hareket halinde olan kızıl yengeçlerle gezegenimizi sarsan yüksek seviyedeki insanlık göçü arasında paralellik kuruluyor.
Sosyal destek görevlisi Poh Lin Lee her ne kadar filmin sonunda havlu atıyorsa da yumuşak ses tonu, şefkatli yaklaşımı, empatiyle yoğrulmuş tabiatı sayesinde göçmenlere yardımcı olmayı bir nebze de olsa başarıyor, belgesel dilinde estetiği ön planda tutan yönetmenin desteğiyle birbirinden dramatik anlatımlara bizi de dahil ederek duygulandırıyor.
Endüstriyel tarıma hayır!
Büyük usta Fernando E.Solanas'ın belgeseli Zehirli Köylere Yolculuk (Viaje a los Pueblos Fumigados) 37. İstanbu Film Festivali programında yer almıştı. Yıllar önce yine İKSV'nin misafiri olarak Türkiye'ye gelmiş olan tecrübeli sinemacı Arjantin'in tarım politikalarına derin eleştiriler getiriyor. Ne de olsa sınai çapta yapılan yeni nesil tarım şekli, genetiği değiştirilmiş organizmalardan kimyasal gübrelere, tarım ilaçlarından acımasız çokuluslu şirketlerin yayılmacılığına çeşitli zorlayıcı ögeler içeriyor. Köylülere, küçük çaplı çiftçilere ait topraklar veya ormanlık alanlar endüstriyel soya tarlaları yaratmak için gasp ediliyor, çevre zehirlenmesi yüzünden ağır hasta doğan bebeklerin büyüyen trajedisi inkâr ediliyor.
İlerlemiş yaşındaki Solanas tüm bu sıkıntıların yaşandığı topraklarda adeta bir gerilla gibi bizzat mücadele ederek çekimler yapıyor, durumdan muzdarip olanlarla dertleşiyor, sorunlarını ilgili mercilere iletiyor. Dokufest için Kosova'ya gelir mi bilmem ama ekolojik tarımın savunuculuğunu yapan militan yönetmeni takdir etmemek mümkün değil. (MT/EKN)