Görsel: wetheitalians.com
Gerek ülkemizdeki son seçimler ve gerekse batının uzun bir tarihsel birikimiyle oluşturduğu demokratik değerlerden uzaklaşması, dünyanın gittikçe çatışmalı ve otokratik bir ortama doğru gidişi üzerine Machiavelli’nin "Prens" kitabını tekrar okuma ihtiyacı duydum.
Tarih, devlet, sınıflar ve insan varlığının nitelikleri üzerine gerek Marksist literatürden gerekse başka kaynaklardan bildiklerim kadarıyla, Prens kitabından anladıklarım arasında yine çelişkilere düştüm.
Machiavelli’nin Floransa’da 1513 yılında yazdığı bu kitap, kısmen edebi ama esasta siyasal düşünce tarihinin başlıca kaynaklarındandır.
Öncelikle belirtmeliyim ki, bu kitabı İtalyanca aslından yetkin bir çevirmen olan Rekin Teksoy’un çevirisiyle Oğlak Yayınlarından okumalı. Türkiye’de sayıları az da olsa çok iyi çevirmenler var.
Çeviri bir kitabı alırken mutlaka çevirmeni kim diye de bakılmalı. Çeviri o kadar önemli ki, yazarın dedikleri yerine çevirmenin eksikliği nedeniyle, demediklerini demiş gibi okuyabiliriz.
Edebiyatta kötü çeviriler, cümledeki bozukluklar bir tarafa, içerik olarak da tatsız ve edebiyat zevkini köreltirlerken, kötü çevirisi olan siyaset kitapları da okurda kavram kargaşası yaratır, teorik yanlışlara yol açar.
Beni bu kitap kadar zorlayan, kimi zaman karamsarlığa düşüren, insana ve siyasete dair paradigmalarımı sarsan, erdem, ahlak, ütopya ve gerçek kavramları arasında çelişkilere düşüren ve bir hayli sinir bozucu da olan bir başka kitap olmadı. Aynı zamanda iktidar olgusuna dair gerçeği insanın suratına bir kamçı gibi vuran bu denli öğretici bir kitap da olmadı.
Kitabın 500 yıldır yarattığı değer de kitabın gücünden ileri gelmekte.
Prens’in yazılış dönemi ve amacı
Machiavelli kitabını Floransa’yı yöneten Medici ailesinden Lorenzo de Medici’ye hitaben yazmış olsa da aslında kitap yönetmeye, iktidar eylemeye dair öneriler olup bütün prensler için geçerlidir.
Kitabının sonunu oluşturan 26. bölümde İtalya’nın ulusal birliğini savunan yazar, Hümanizma çağının savunucusu olarak tanrı eksenli bir dünya yerine insan eksenli bir dünyayı ve akılcılığı öne çıkarır. Bu anlamda Antonio Gramsci, Prens kitabını burjuva sınıfının devrimci atılımı olarak değerlendirir.
Yöneticilerin hükmetme sanatını işleyen Prens kitabındaki prens sözcüğü, iktidarın başındaki kişi için kullanılıyor. Bu kral, imparator, monark hatta bir komutan da olabilir. Prens bir iktidarın başındaki veya iktidarın sahibi olan kişidir.
Floransa kent devletinin çeşitli görevlerinden bulunan, Avrupa’nın birçok krallıklarıyla resmi görüşmeler yürüten Machiavelli, herhalde bu tecrübesinden hareketle daha 1500’lerin başında doğu ile batı devletleri arasındaki yönetim farkını doğru tespit eder. Perslerden Türklerden örnekler verir. “…Türk’ün (Osmanlı bn.) bütün monarşisi bir senyör (Padişah bn.) tarafından yönetilir; ötekiler onun kullarıdır…Ama Fransa kralı birçok eski senyör arasında yaşar…bunların ayrıcalıkları vardır., kral kendini tehlikeye atmadan bu ayrıcalıklara dokunamaz.” (74)
Bu temel ayırıma göre, batı toplumlarındaki mülkiyet ve merkezi olmayan yapılar kapitalizmin önünü açarken, daha doğrusu kapitalizmin doğuşuna yataklık ederken, doğu toplumlarındaki mülkiyet biçimi ve merkezi yönetimlerin varlığı, burjuvazinin doğmasını engellemiştir. Tarihteki bu toplumsal gerçeklik, doğu toplumlarının neden demokrasi sorununu hala iliklerine kadar yaşadığını da göstermektedir.
Prens’e verilen akıl
Prens’e ‘akıl veren’ Machiavelli “Korkutmaksa sevilmek mi iyidir, yoksa sevilmektense korkulmak mı? Yanıt ikisinin de gerekliliğidir; ama bu ikisini bir araya getirmek zor olacağı için, bu ikilden birinden yoksun kalınacaksa, sevilmekse korkulmak daha güvencelidir. Çünkü insanlar konusunda genel olarak şu söylenebilir: nankör, kaypak, içten pazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, para canlısı olurlar… ve insanlar, kendini sevdiren birinden çok, kendinden korkutan birine zarar vermekten çekinirler.” (161)
Prens temel bir çelişkiyi gündeme getirir: “Doğru ya da yanlış kavramları, yalnızca çıkarlarımızın ve gücümüzün bir yansıması mıdır, yoksa doğal ya da tanrısal düzenin nesnel bir sonucu mudur? Platon’dan yola çıkan ye göre ‘adalet güçlüden yanadır.’” (Önsöz-Rekin Teksoy)
Çok çeşitli konularda prense akıl veren Machiavelli, ahlak konusunda da prensin politikada amacına ulaşması için, ahlaka aykırı da olsa her türlü aracı kullanabileceğini salık verir. Buna Makyavelizm denir ki, bir zamanlar solcular kendi aralarındaki tartışmalarda bunu olumsuz anlamda sıkça kullanırlardı.
Ahlak ve politikayı bir ikilem olarak ele alan Machiavelli, ahlak açısından doğru olan, çoğu kez politik açıdan yanlıştır, politika açısından doğru olan, ahlak açısından yanlıştır diyerek, bu ikilemde tercihini politikadan yana koyar.
Yazarın, amaç ve araç, politika ve ahlak ilişkisinde çizdiği bu tabloda insan nerede diye sorulabilir. Fakat kitaba daha yakından bakıldığında, insan varlığının tam da iktidar ile kurduğu o toplumsal ilişkideki giydirilmişliğinin altında yatan çıplaklığı görünür. Yani yalnız prens değil, uyrukları da Makyavelizm denilen bu tavra sahipler.
Bu iktidar eyleme biçiminin daha kapsamlı alanına devlet denir.
Nietzsche “Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir” der. Thomas Hobbes’a göre devlet, Tevrat’ta adı geçen Leviathan canavarıdır. Marx’a göre devlet, bazı çeşitleri olmasına rağmen son tahlilde bir sınıfın diğer sınıf(lar) üzerindeki egemenlik aracıdır.
Farklı devlet biçimleri de olsa iktidar olgusunda bütün kapılar Prens’e çıkar. Bugünün yöneticileri ve onların danışmanları için Prens kitabı, onların feyz aldıkları başlıca kaynaklardan biridir.
İnsan doğası mı, sınıf mı?
Machiavelli’nin "Prens" eseri, okuru felsefi ve siyasal alanda çetrefilli sorunlarla karşı karşıya bırakıyor.
Prens monarşilerde olduğu gibi ister bir kişi olsun, isterse cumhuriyetlerde olduğu gibi iktidarın şahsında yoğunlaştığı bir temsilcisi olsun, prensin iktidarının (Yönetme sanatının) karakterini belirleyen nedir?
Machiavelli prensin yönetme sanatının koşullarını, insan varlığına atfettiği özelliklerinden hareketle belirliyor. İnsan varlığının özünün “…nankör, kaypak, içten pazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, para canlısı olurlar” diyerek tanımlayan yazar, buradan “…insan doğanın bir ürünüdür ve gelenekler, tarihsel konumlar değişse de insanın özünde bir değişme olmaz” yargısına ulaşır.
İşin temelinde insan unsurunun daha baştan bozuk olduğu, bu özün de değişmeyeceği yargısını taşıyan yazara göre, insanların doğası gereğince adaletli, temel hak ve özgürlüklerin uygulanabileceği bir sitem kurmaları mümkün değildir. Ya da prensin izin verdiği ölçüde bunlar yapılabilir.
İnsanın doğasında bunlar vardır ama, insanın içinde bulunduğu iktisadi, sosyal ve kültürel ortama göre de birçok özellikler edinir.
İnsan doğasıyla insanın içinde bulunduğu sınıfsal koşullar birbirini dışlamaz, yok sayamaz veya biri diğerine galebe çalamaz. Bu çok uzun bir konu. Sanıyorum sosyal bilimlerin bu temel problematiği üzerinde esaslı olarak duran Liberalizm ve Marksizm (Ve bu iki temel düşünce akımının türevleri de) bu hususa tam bir açıklık getirememişlerdir. Belki de insan ve toplum hayatında bu iki uçlu varoluş, hayatın çözümlenemeyen bir çelişkisi olarak devam edecek.
Dünyada olagelenlere baktığımda bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Dünyada alttan alta kaynayan ve fokurtunun titreşimlerinin alabildiğine hissedildiği bir dönemden geçiyoruz. Demokrasi denilen her neyse, devletlerin hakemliğinde ve onun çizdiği sınırlar içerisinde bir oyun sahası mı?
Özgürlük, haklar dediğimiz şeyler birer yanılsama mı? Hatta demokrasinin birkaç kurumsal yapı ve birkaç hukuk metninin ötesinde bir anlamı var mı?
Her ne kadar Prens’te insan özüne dair bir değişmezlikten söz edilse ve buna bağlı olarak prenslerin yönetme yöntemlerinin kalıcılığı ima edilse de insanın her zaman itiraz eden, şüphe duyan, talep eden bir özü de vardır. Bu süreç kendini bir başka iktidar eyleme biçiminin önünü açabilir. Belki de o zaman politikanın da bir ahlakı olur.
Belki de tarih dediğimiz şey, bu özün varoluşunun ve mücadelesinin hikayesidir. (HŞ/EMK)