1990'ların ortasından itibaren, Türk ulus devletinin etnosentrist modernist zihniyetine karşı liberal çok kültürcü yurttaşlığı öğütleyen yeni bir iyimser post-modern tahayyüllün siyasi alanda, akademide ve medyada zemin bulmaya başladığını gördük.
Söz konusu liberal çok kültürcü iyimser bakış Türkiye'deki birçok yapısal-siyasi çatışkının (İslamcılık-Sekülerlik, Türklük-Kürtlük, Kadın-Erkek, Alevilik-Sunnilik gibi) çözümü için Avrupa Birliği'nin çerçevesini çizdiği demokratikleşmeyi ve farklılığın tanınmasını öneriyordu.
Bu liberal bakış Kemalist militarizme karşı hem liberal İslamcı kesimlere hem de siyasallaşmış Kürtlere belli bir söylemsel-siyasal alanı açtı kuşkusuz.
2000 sonrası dönemde Kemalizmin (sekülarist unsurlarının ) büyük ölçüde saf dışı bırakılmasında bu iyimser post modern zemin özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) seçkinlerinin elini ve dilini kuvvetlendirdi, onlara paha biçilmez bir meşruiyet zemini sağladı.
AKP bu zemin üzerinden aşamalı olarak yeni bir otoriter iktidar merkezi kurabildi; bu çok kültürlülük ve tolerans zemini ideolojik olarak -AKP'nin muhafazakar-milliyetçi kimliğine paralel olarak- yeni bir emperyal devlet aklının şekillenmesini mümkün kıldı.
Şefkat, kalkınma, inşa etme, yaşatma ve hizmet diskuru içinden örülen bu yeni devlet aklı esasında Kürtlerin yüz yıldır tecrübe ettiği eşitsizliği ve maruz kaldığı siyasi-ideolojik tahakkümü kültürel farka indirgemekte; Kürt hareketinin tanınma, eşitlik ve statü taleplerini yöresel lehçelere, folklora, mutfak kültürüne, bireysel seçime ve özel alana indirgeyerek yeniden düzenlemeyi ve idare etmeyi amaçlamaktadır.
Liberal çok kültürcü dili araçsallaştırarak konuşan bu (makul) Müslüman Türk devlet aklı Kürtlerin "olağandışı" acılar ve felaketlerden müteşekkil kolonyal tarihine ve hakiki özgürlük ve eşitlik talebine tamamıyla "teğet" geçmektedir: bir taraftan kolonyal tahakkümü görünmez kılarken, diğer taraftan bu kolektif acıları kısmen tanırmış gibi yaparak Kürtlerin siyasal, idari ve iktisadi eşitlik ve otonomi arzusunu soğurmaya heveslenmektedir.
Bunu yaparken, evrensel "hak, eşitlik ve adalet" dilini ötekilerden araklayarak, Nazan Üstündağ'ın ifadesiyle istila etmiş, ve nihayetinde esaslı özgürlük, eşitlik ve statü taleplerini "makul olmayan aşırı talepler" olarak kurarak, onları kamusal alanın dışına iterek, Müslüman Türk kimliğinin bu coğrafyanın gerçek sahibi olduğunu yeniden ilan etmiştir.
Fakat, bu liberal çok kültürcü siyasetin Türkiye'ye uyarlanması marifetiyle siyasallaşmış ötekinin ehlileştirilmesi projesi tökezlemeden yoluna devam edememektedir.
Bunlardan bir tanesi Kürt hareketinin kimlik siyasetinin ve bu dışlanmış kimliğin tanınmasının çok ötesine giden, -bu yüzden de çok kültürlülük siyasetiyle kolayca soğrulamayacak- eşitlik ve siyasi ve idari otonomi talebidir.
Dahası, bu otonomiyi ve özgürleşmeyi icra etmeye ve bunun için kendi dışındaki muhalif kamusallıkları mobilize etmeye kalkışmasıdır. ''KCK operasyonları'' yeni egemen aklın bu "paralel" alternatif toplumsallığın ve siyasallığın icrasına kalkışan Kürt öznelliğine, bu "yerini bilmemezliğe" verdiği, ihtiyaç duyduğunda hukuk dışılığı devreye soktuğu, hukuk dışı- olağan dışı karşılık olarak görülebilir.
AKP hükümetinin son anayasa reformu sonrası gittikçe otoriterleşen siyaseti çok kültürlülük çerçevesinden Kürt meselesinin çözülebileceğine dair olan inancı ciddi anlamda sarsmış olsa da bizim burada altını çizmek istediğimiz nokta, bu meselenin aslında başından beri bu liberal post modern rötuşlarla zaten çözülemeyeceğidir.
Önceki hükümetlerin tersine, yukarda sözünü ettiğimiz gibi, AKP Kürtlerin özel alanda tutulması koşuluyla "kültürel" farkını kısmen tanımıştır.
Fakat bu kısmen tanıma siyasallaşmış Kürtlerin biyo-politik öznelliğinin imha edilmesi veya "evcilleştirilmesi" ve Kürdistan'ın kolonyal gerçekliğinin inkar edilmesi gibi iki temel konuda kolonyal devletin devamlılığında ısrarcıdır. Derin devletin ırkçı-pedagojik ve militarist "özü" yeni hükümetin merhamet, insaniyet, yaşatma ve şefkat diliyle kamufle edilerek kılık değiştirmiştir.
Bu istikamette AKP entelijansiyası hükümetin "yeni bir sayfa" açarak, "kötü" Türkleri ve Kürtleri hapse tıkarak yendiğine ve böylece geçmiş acılarla yüzleştiğine dair çoğunluğu inanmaya çağırmaktadır (azınlıklar bunu tam olarak böyle olmadığının farkındadır). Yeni olan şey dolaşıma sokulan, bu insafsız liberal optimizm, bu sahte çalıntı dildir.
Kürdistan'ın farklı kolonyal devletler tarafından bölünmüşlüğü, Kürtlerin varlıklarının her parçadaki tarihlerinin, hafızalarının ve acılarının inkar edilmişliği, kendi kendini yönetme haklarının her parçada "aşırı" görülüyor olması gerçeği, bize bu meseleye Post-kolonyal literatür üzerinden bakmayı mecbur bırakmaktadır, sırf bir devletin demokratikleşmesi meselesi ve liberal-çok kültürcü bireysel insan hakkı külliyatından değil.
Özellikle, Avrupa Birliği'nin siyasi ve sembolik etkisinin hemen hemen sıfırlandığı ve buna paralel olarak yeni-Osmanlıcı emperyal fantezinin şekillendiği bir bağlamda, (post-) kolonyal külliyat daha da önemli hale gelmektedir.
Zira, kendi sahasında liberal çok kültürlük üzerinden farklılığı düzenleme ve idare etme politikası ile orta doğuda emperyal çıkarlar peşinde koşuşturma arzusu arasındaki kurucu bağlantıyı teşhis etmek durumundayız.
Çünkü, AKP'nin emperyal devlet aklı katı ve tek tipçi mekanizmalar üzerinden değil, ötekilerin kimliğini kısmen tanıyan ve bunları kendi aralarında hiyerarşik olarak konumlandıran, onlara faklı mesafelerde yakınlıklar ve uzaklıklar kuran "tahammül", "merhamet", "inşa ve kalkınma" teknolojileri üzerinden yükselmektedir.
İçe dönük çok kültürcü tahammül /merhamet siyasetinin iflası dışa dönük emperyal siyasetin kabiliyetini azaltmakta, dışa dönük yayılmacı emperyal siyasetini krize girmesi durumlarında ise liberal çok kültürcü tolerans siyaseti edepsizleşerek içerdeki ötekilere yol, hapis ve kurumsal ırkçılık olarak geri dönebilmektedir.
Roboski sonrası
Kürt coğrafyasının birden fazla devlet tarafından parçalanmış olması bu coğrafyada yaşayanlara büyük acılar ve telafisi zor ekonomik ve siyasi dezavantajlar üretmiştir, evet. Fakat, bu parçalanmışlığın ve farklılığın Kürt siyasi öznelliğinin siyasi ve ekonomik kabiliyetlerini arttırabildiğini de görebilmeliyiz.
Zira bu sınır bölgeler devlet egemenliğinin istikrarsızlaştığı, tam olarak nüfus edemediği veya iktidarın "boş" olduğu mekanlardır. Böyle olduklarından sınır bölgeleri farklı, alternatif ekonomik ve siyasi anlamda otonom ilişkilenmelerin ve örgütlenmelerin mekanları haline dönüşebilmeleri dolayısıyla devlet egemenliğinin ve milli piyasanın "dışını" teşkil ederler.
Kürt coğrafyasının bağrını delerek geçen bu sınırların Kürtleri sırf bölen değil aynı zamanda birleştiren siyasi sahneler haline dönüşebildiklerini de görmekteyiz.
Roboski vahşeti bu siyasi ve ekonomik olanağın/alanın sabote edilmesi olarak da görülebilir. Sınır ihlaliyle yapılan "kaçakçılık" ticareti bu yüzden bir fenomen olarak kriminel olmaktan çok politik bir faaliyet olarak tarihe mal olur, çünkü bu ticaret kolonyal devletin mahremiyetine "kayıt dışı" kalır, sınırın öte tarafıyla ortak riskler alarak belli bir (alternatif) ekonomik toplumsallığı icra eder, ve malların ve insanların dolaşımı paralel ortak kamusallıklar yaratır, bu alanlarda ortak söylemleri, bedenleri ve hafızaları dolaşıma sokarak canlı tutar.
Roboski sonrasında gördüğümüz gibi, Kürtlerin siyasi öznelliği "eşitlik" ve "otonomi" gibi soyut evrenselliklere referans vererek şekillenmemektedir. Fakat belirli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içinde, bir yandan kendi tarihinde deneyimlenmiş "33 kurşun" gibi dramatik örnekleri yeniden hatırlayarak, onlara işaret ederek, bir yandan da Gazze gibi başkalarının eşzamanlı dramatik deneyimlerini ölçü alarak onlarla ilişkilenerek kendi dışlanmışlığını ölçmekte ve inkar edilmişliğini ifşa etmektedir.
Eşitlik ve özgürlük talebine bu şekilde -kültürel ve tarihsel çağrışımlarla- alan açarak ifade emektedir, yoksa sırf soyut evrensel "insan hakkına" gönderme yaparak değil. Buradan bakıldığında Kürt hareketi için Roboski katliamı devletin kolonyal devamlılığı anlamına gelir.
Buna karşın, Roboski'nin malum felaketler şeceresinin bir devamı olduğu gerçeğini örtbas etmek için hükümetin ilgili memurlarının Roboski'yi, daha önceki katliamlardan farklı olarak bir katliam olmaktan çok bir "teknolojik kaza", "insafsız" hava aracının bir "hatası", bir kodun, bir imajın yanlış deşifre edilmesi olarak kurması da bundandır.
Bu teknolojik "hata" dili hükümetin bizatihi kendi failliğini ve sorumluluğunu inkar ederek ve Roboski katliamının ideolojik tarafını değersizleştirerek devletin kolonyal devamlılığını yadsımaya çaba sarf eder. Gerekirse özür diler, gerekmezse dilemez, katliam teknolojik bir hataysa özür diler, pedagojik-ideolojikse dilemez. Bu teknolojik hataları hep aynı coğrafyada meydana getiren, bunları sürekli kılan kutsal tesadüf nedir acaba?
Bu tarihsel devamlılığa ek olarak, AKP hükümetin Gazze ablukasına karşı takındığı racon kesen özgürlükçü tutum ile Roboski katliamı arasındaki tezata baktığımızda ise, hem hükümetin hak, adalet ve demokrasi konusundaki dilinin sahteliği, hem de yerel ve bölgesel emperyal emelleri görünür olur.
AKP'nin Kürt bölgesinde dilinin gittikçe daha az karşılık bulmasının en önemli sebeplerden bir tanesi de hemen yanı başımızdaki Gazze için Erdoğan'ının sivri dilli (ve antisemitik tonlu) adalet çağrısıdır. Gazze işgal altındadır, evet. Hem Gazze hem de Diyarbakır acının ve zulümüm sembolleşmiş mekanlarıdır.
Bu iki tarihsel mekan arasındaki paralellik AKP hükümetinin Kürt siyasetinde hakiki bir dil kurma imkanını elinden almakta ve onu karikatürleşmektedir. Filistin'inin haklı davası için kalbi atanların Kürt davasına sağır ve kör kalıp hakiki bir dil üretmemeleri, bu hakikatin farkında olmadıklarından değil, tam aksine bu hakikate gayet iyi vakıf olmaları dolayısıyla sinik olmalarındandır: Gazze zulmü için insanlığa çağrıda bulunmak, onlar için adalet vaazında bulunmak, Diyarbakır için aynı adalet ve insanlık çağrısında bulunanları ise hapse tıkmak, onları zan altında bırakmak ve itibarsızlaştırmak.
Oradakini kahraman ilan ederek muhatap almak, buradakini anti-kahraman olarak işaret ederek hedef tahtasına yerleştirmek, aşağılamak.
İsrail'in saldırılarını lanetlemek, İsrail'i öcüleştirip şeytanlaştırmak, kendi döneminde işlenen kendi vahşetlerini inkar etmek; "kaza" diyerek, geçim derdindeki Roboskili ölü çocukları ''terörist'' ilan ederek öldürülebilir kılmak, Gazze'nin ölen çocuklarına göz yaşı döküp feryat etmek.
Oysa, Roboski Gazze'nin aynasıdır. Roboski'de param parça edilen çocuk bedenleri modern kolonyal devletin devamlılığının ve ona onay veren ihya edilmiş Müslüman-Türk kimliğin utanç vesikalarının en sonuncusudur.
Bu felaketten sonra devlet Kürtleri ve Türkleri bir arada tutmak için, "ortak değerler" üretme kabiliyetini hepten kaybetmiş, ortak dil ve ortak hukuk karşılıksız bir hayal olmuştur. Bu kapasitesizlik devleti gün geçtikçe polis devletine dönüştürmüş, bütün coğrafyayı siyasi Kürtlerin rehin tutuldukları hapishanelere çevirmiştir.
Açlık grevi sonrası
Böyle bir totaliter ortamda açlık grevi cezaevi koşullarında -normatif olarak beğensek de beğenmesek de- bir seçenek olmuştur, siyaset yapmanın başka bir yolu haline dönüşmüştür.
Tutsakların açlık greviyle gösterdikleri direniş hükümetin "ben isteğimi, istediğim ölçüde istediğim zamanda veririm" fiyakasını bozmuş, rüsva etmiştir.
Devletin ve farklı sektörlerdeki uzantılarının bu heroik ve dramatik fenomeni zan altında bırakacak, değersizleştirecek dişe dokunur bir diskuru üretememeleri bundandır.
Başka bir deyişle devletin manipülasyonu, söz üretme kabiliyeti, değersizleştirme çabaları bedenlerin politik alana dönüşerek talep ettiği adalet, eşitlik ve hak talebi hakikatine çarparak dağıldı.
Devletin açlık grevlerini itibarsızlaştırma konusundaki imkansızlığı bundandır. "Kebap yiyorlar" dili bu imkânsızlığın en bariz ve gülünç halini icra etmekteydi.
Dahası, açlık grevleri ve tabi ki Roboski vahşeti, uzun bir süredir kamusal mekanlarda dolaşımda olan "kardeşlik", "şefkat" ve "empati" diliyle görünmez kılınan kolonyal gerçekliği yeni baştan bize hatırlattı diye düşünüyorum.
Dolaşıma giren tipik işgal görüntüleri -her tarafı askeri makinalarla abluka altına alınmış boşalmış insansız sokaklar- halkın polis devletle aracısız, ideolojisiz karşılamasını işaret etmekteydi.
Bu imajlar bilindik kolonyal filmlerin, mesela "The Battle of Algiers" filminin, kimi replikleri gibiydi.
Mesele ciddileşmiş, söylem anlamsızlaşmış, devletin malum ideolojik aygıtları, sivil toplum gibi ara(-cı) kurumları arazi olmuş, polis müdürleri devletin biricik meşru sözcüleri ve temsilcileri konumuna gelmişti.
Bu olağanüstü "ciddi durum" egemenin mahrem ve derin yüzünü oluşturan kolonyal şiddeti görünür kılmış, anayasal hukuku fiili olarak tedavülden kaldırmış, Kürtlerin Türklerle sadece kâğıt üstünde eşit olduğunu yeniden hatırlatmış, Kürdistan'ın başka bir hukukun hüküm sürdüğü bir coğrafya olduğunu tekrar gözler önüne sermiştir.
Bu başka hukukun varlığının en yalın ispatı dokunulmazlıklarının sırf formalite icabı olduğunu gördüğümüz bölge halkı vekillerinin meydanlarda doğrudan ve sadece polis komiserlerini karşılarında muhatap olarak bulmasıdır.
Roboski' de muhataplık meselesi hepten krizdeydi, çünkü devleti temsilen ancak bir kaç gün sonra mağdur kaymakam figürü sahada belirmişti, diğer ağır adamlar söylenecek söz bulamadıkları için ilkin kaçacak delik aramış, sonrasında kaymakamın tartaklanmasını kınamak için tekrar boy göstermişlerdi.
Sonuç olarak, Türkiye'deki farklı toplumsal kesimlerin son dönemlerde Kürt hareketiyle ilişkilenmeleri sırf Kürt hareketinin kapasitesi, ürettiği bilgi, özgürleştirici deneyimleri ve vaat ettiği siyasi demokratik fantezilerle ilgili değil.
Aynı zamanda, özellikle yukarda bahsini ettiğim bu iki olay sonrası, hükümetin ürettiği sahte bilgi, sinizm ve inşa ettiği otoriter toplumsallık tahayyüllü Türk devletinin dönüşüp demokratikleşebileceğine dair siyasi fantezinin toplumsal tabanda zemin kaybetmesine neden oldu.
Bu düş kırıklığı ve devletten duygusal kopuş, ve sonrasinda dışlanmış kesimlerin yeniden öznelleşerek Kürt hareketiyle beraber mesafe kat etmeye başlama süreci yeni egemen kimliğin "tahammül" sınırını zorlamakta ve onu istikrarsızlaştırmaktadır. (BK/BA)
* Bülent Küçük, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü