Kapitalizm kendini yalnızca üretim süreçleri alanında yeniden üretmiyor. Bilimsel gelişmeler ve teknolojik uygulamalar üretim araçlarında büyük yenilikler sağlarken, bir yandan da tüketim kültürünü kökten etkiliyor. Ancak bu yeniden üretim diye adlandırılan gelişmeler, kapitalizmin ‘ruhu’ (Pazar ekonomisi ve daha fazla kar) gereği, insanın ve toplumun sorunlarını çözmek yerine, yenilerini ekliyor. Marksistlerin deyimiyle, kapitalizmin döngüsel krizleri devam ediyor.
Son 40 yıldır kapitalizmin farklı bir safhasındayız. Bu aşama küreselleşme, postmodernizm, akışkan modernite, post Fordizm, tüketim toplumu gibi kavramlarla ifade ediliyor.
“Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek” adında İletişim Yayınları'ndan bir kitap çıktı. Yazarı Svend Brinkmann. Bu yazıyı yazmama teşvik eden ve konu üzerinde yeni bilgiler öğrenmemi sağlayan bu kitapta Brinkmann, kapitalizmin bu dönemi için yukarıdaki kavramları kabul etmekle birlikte, “Hız Çağı” kavramını kullanıyor. Kişisel gelişim adlı alana bu kavramın uygun olduğunu, hatta hız çağının kişisel gelişim çılgınlığının nedeni olduğunu söylüyor.
Hız kültürünün tüketici zihniyeti, büyük bir kişisel gelişim külliyatını doğurdu. Kişisel gelişim kitapları son yılların çok satanlar listesinin başında yer almakta. Buna paralel olarak yaşam koçluğu, terapistlik, kişisel gelişim uzmanlığı adları altında bir iş alanı doğdu ve büyüdü.
Son yıllarda çok satanlar listesinin başında yer alan kişisel gelişim kitapları genel olarak ‘mutlu olma sanatı, beynimizi kullanma, her şey sana bağlı, başarılı olmanın yolları, yöneticilik sanatı, dâhiler gibi düşünme, para kazanmanın yolları, dehaların beyni, akıllı yaşama, yaşamına anlam katma, kendini iyi hissetme’ gibi birbirine benzer adlardan oluşmakta. Adları benzer bu kitapların içeriği de birbirine benzer: İçine dön, bütün gerçeklik senin içinde, pozitif düşün, başarıya endekslen vb.
“Gelişimi, pozitifliği ve başarıyı vaaz eden koç… biraz günümüzün yüksek rütbeli din adamları gibi…gelişimle ve kendini gerçekleştirmeyle ilgili yarı dini bir saplantıya sahiptirler” (Syf.84) diyen yazarın görüşünden hareketle ben de yaşam koçlarını “postmodern dönemin muskacıları” olarak adlandırıyorum. Çünkü kişisel gelişim edebiyatının ve yaşam koçluğunun vaazlarının özü, kişiyi, dış koşulları ve buna yönelik eleştirileri yok saydırarak tamamen içe yöneltmesidir. Bir diğer deyişle toplumsal, siyasal, ekonomik sorunları bireyin kendi iç dünyasına indirger ve sürekli pozitif düşün motivasyonuyla sorunların aşılabileceği yanılsamasını üretir. Kişisel gelişim çılgınlığı tam bu noktada sorunların kaynağını çarpıtarak/gizleyerek kapitalizme hizmet eden bir ideolojik argüman haline gelir.
Kişisel gelişim akımı ve yaşam koçları, hayatın anlamının kişinin kendi içinde olduğundan hareketle kişiyi sürekli kendi içine bakmaya yöneltir. “Zygmunt Bauman’ın ‘küresel kasırga’ diye tanımladığı bir dünyada kendimizi savunmasız hissettikçe, daha çok kendimize yöneliyor ve dolayısıyla ne yazık ki, iyiden iyiye savunmasız hale geliyoruz. Burada bir kısırdöngü doğuyor. Belirsizliklerle dolu bir dünyayla başa çıkmak için içimize dönüyoruz; dışardan yalıtıldıkça dünya giderek daha da belirsizleşiyor ve içe dönüklüğümüzden başka yarenlik edecek bir şey bulamıyoruz.” (Syf.15)
Gerçekten de nereye doğru gittiğimizi bilemiyoruz. Yakın geleceğe dair bir öngörü oluşturamıyoruz. Çok katmanlı, çok yönlü, çok değişkenli, çok denklemli bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizmin propaganda ettiği ilerlemeciliğin, kalkınmanın, büyümenin bireylerde büyük kaygılar yarattığı gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Kaygı ise, ağacın içindeki kurt gibi kişiyi yiyip bitiren ve onu çürüten bir hastalık. Bu gerçeklik de kişisel gelişim çılgınlığına bir zemin oluşturuyor.
Hastalık hastalığı
Belirsizlik, sıkıntı, yalnızlık yaşadığımız dönemin temel özellikleri haline geldi. Kendimiz olarak kalmak zorlaştı. Kişisel gelişim furyası için bireyler kolay lokma haline geldiler. Televizyon programlarında sağlık köşesi bir piyasa gibi çalışıyor. Doktorlar, diyetisyenler anlattıkça anlatıyor. Bunları izledikçe kişinin kendini hasta hissetmemesi mümkün değil. “Diyet, sağlık ve egzersiz gibi alanlarda, durmadan uyulacak yeni emirler ve rejimler üreten gerçek bir din peyda oldu. Bir gün, ne yemeniz gerektiğine kan grubunuz karar veriyor, ertesi gün Taş Devri’nden atalarınız.” (Syf.16)
Bütün bu bombardıman altında sağlıklı bir yaşam sürme çabasını devam ettirmekte güçlük çekiliyor. Hatta bu bombardımana kulak tıkamazsanız, sağlıklı yaşam çabanız, sağlıksız bir takıntıya dönüşebiliyor. Benim şuramda ne var, buramda ne var deyip durarak kişi telaşlanır ve böylece hastalık hastalığına davetiye çıkarır. Elbette insan kendine dikkat etmeli. Ancak bilinmeli ki, organizma da yani yaşayan her şey de bir eksiklik, bir bozulma her zaman vardır, olacaktır.
“Tanı ve tedavi yöntemlerinin artması ve gelişmesi, insanları bitmez tükenmez bir kendi kendine teşhis çarkına hapsetti; bu da yaygın bir huzursuzluğu ve hatta hastalık hastalığına yol açtı. Kısacası tıp bilimi ilerledikçe insanlar kendilerini daha hasta hissetmeye başladılar.” (Syf.28)
İnternet ortamında yayınlanan sağlıkla ilgili on binlerce yazı var. Bu yazıların hangileri doğru tıbbi bilgiler içeriyor, hangileri örtük olarak ilaç, hastane veya doktor reklamlarını içeriyor, hangileri yanlış; bunları meslek dışı insanların ayırt etmesi mümkün değil. Kaldı ki tıbbi bir konuda, hastalık ve tedavisi konusundaki bilgiler örüntülüdür. Tek bir açıdan değerlendirilemez.
Hastalık hastalığı bir paradokstur. İnsanların bu paradoksa düşmesinin bir ayağı hız çağıysa bir diğer ayağı da ilaç ve tıbbi aletler sanayidir. Kişisel gelişim çılgınlığı da bu zemin üzerinde yükselmekte. Kişisel gelişim yayınlarının miktarı, yaşam koçlarına, terapistlere, diyetisyenlere gidenlerin sayısı ve özellikle antidepresan ilaçlarının satış rakamları bize kişisel gelişim endüstrisinin ne boyutta olduğunu gösterir.
Bir fikir vermesi bakımından ülkemize dair üç istatistik veriyorum.
“Birgün’den Dilara Şimşek’in haberine göre, Türkiye’de son 3 yılda psikiyatri kliniklerine 7 milyon 953 kişi başvurdu. Başvuranlardan yüzde 69’unu kadınlar yüzde 31’ini ise erkekler oluşturdu.” (www.abcgazetesi.com) yani her on kişiden biri psikiyatr kliniklerine başvurmuş. Ya başvurmayanlar, bilemiyoruz. Ancak büyük bir toplumsal sorunla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek.
“Türkiye’de 2011-2016 arasında antidepresan kullanımı yüzde 25.6 artmış durumdadır. 2003 yılında 14 milyon 238 bin kutu antidepresan satılırken, 2012 yılında 37 milyon 351 bin 187 kutu, 2016 yılının ilk 9 ayında ise 33 milyon 638 bin 916 kutu antidepresan tüketilmiştir.” (t24.com.tr)
“145 ülkede 154 bin kişi baz alınarak hazırlanan 2018 Gallup Küresel Duygu Raporuna göre Türkiye mutsuz 145 ülke içerisinden 53 puanla sondan dördüncü sırada yer aldı. Türkiye'nin de gerisinde yer alarak son 3'e yerleşen ülkeler ise Tunus, Yemen ve Afganistan.” (www.sozcu.com.tr › Sağlık) Duygu ve mutluluk gibi değişken bir özne üzerinden yapılan bu istatistiki çalışma bazı sapmaları içerse de, bize korkunç bir gerçeği gösteriyor: 154 ülkenin sondan dördüncüsüyüz ve Yemen, Afganistan, Tunus ile aynı kategorideyiz!
Sonuç
Bu konu daha geniş çalışmaları gerektirmekte. Ben yalnızca küçük bir kısmına bir kitap vesilesiyle değindim. Kitapta konuya ilişkin kaynaklar dipnotlarda verilmiş. Yararlanılabilir.
Yazar Stoacılığı tamamen savunmadığını söylemekle birlikte, kişisel gelişim çılgınlığını eleştirirken çıkış noktası olarak Stoacılığı esas alıyor. Hız çağının insanda ve toplumda yarattığı özgün sorunlar, felsefe dünyasında uzun yıllar boyunca bir tarafa itilmiş Stoacılığın son yıllarda giderek artan şekilde üzerinde durulmasının nedeni olsa gerek.
Yazarın Stoacılıktan aldığı referans noktalarının kimilerine katılmasam veya mesafeli olsam da (Sürekli ölümü düşünmek, bardağın her zaman boş tarafını görmek, salt erdemliliğin mutluluk için yeterli olduğu ve salt nefse hâkimiyet gibi) kitabın okunası bir değere sahip olduğunu belirtmeliyim. Hele ki kişisel gelişim çılgınlığının paradoksuna düşmüş kişiler için, bu kitap bir çıkış yolu kapısını aralamaktadır.