2005 yılında Sağlık Hizmetleri Temel Kanununda tek maddelik bir değişiklik yapıldı. Başlığı öyle “masumdu” ki pek kimse ilgilenmedi: “Kiralama karşılığı sağlık tesisi yaptırılması”. Bunda ne fenalık olabilirdi ki!
Sonra 2006 yılında yönetmelik hazırlandı. 2007 yılının seçimlerden önceki son TBMM oturumunda Sağlık Bakanlığı bünyesinde iki yeni daire başkanlığı kuruldu; Kamu Özel Ortaklığı ve İnşaat Onarım. 2011 seçimlerinden önceki son oturumda da bir “torba kanun” yapıldı. Düzenleme özetle, kamu özel ortaklığı yöntemiyle yapılacak hastanelere taşınacak mevcut hastanelerin bina ve taşınmazları TOKİ’ye devredilir diyordu.
Nihayetinde 2011 yılının Nisan ayında Kayseri entegre sağlık tesisi ya da şimdilerdeki adıyla şehir hastanesi için ihale yapıldı. İşin ilginci bizde ilk ihale yapılırken kamu özel ortaklığı ile yirmi senedir hastane yapmaya çabalayan İngiltere’de bir rapor hazırlanmıştı. Rapor özetle, yöntemin hileli muhasebeleştirme nedeniyle kamu kaynaklarının israfına olanak sağladığını, denetimin sağlanamadığını, ihale alan şirketlerin kamuyu haddinden fazla sıkıştırdığını, elini kolunu bağladığını söylüyordu.
Bize İngiltere’den ithal edilen bu yöntem (public private partneship-PPP) kamu özel ortaklığı ya da işbirliği olarak adlandırılıyor. Özü itibariyle yap-işlet-devrete benziyor. Daha doğrusu bunun türevi. Peki benziyorsa niye öyle denmiyor? Çünkü yap-işlet-devret yönteminde diyelim ki şirket 8 kazanıyorsa bu yöntemle 12 kazanıyor. Bu farkı yaratansa şu: Yap-işlet-devret modelinde devlet, altyapı hizmetini şirkete işletme karşılığı yaptırıyor. Bu modelde ise devlet hem bu binanın (hastanenin) kiracısı hem de hizmet satın alıcısı oluyor. Yani binasında kiracı, hizmetinde taşeron Sağlık Bakanlığı’nın “devlet hastanesini” şirket yönetiyor.
Bu özette anlatılan “faydalar” da şirketlere yetmiyor.
Devlet hazine arazisini örneğin 30 sene şirketlere ücretsiz tahsis ediyor. Şirketler yaptıkları hastaneyi donatıyor, ama cerrahi branşlardan morg ve gasilhaneye kadar her alanı işletiyor. Şirketlere 30 sene boyunca hem bina kirası hem de bu “kamu hizmetleri” karşılığında hizmet bedeli ödeniyor. Şirketler hastanenin etrafında yapacakları taksi durağından kreşe kadar tüm ticari alanları da işleterek gelir elde ediyor.
Yetmiyor. Bu şirketler hizmet ve mal alımları dahil olmak üzere KDV’den, Damga Vergisinden ve harçlardan muaf tutuluyor. Yetmiyor, binaları yapmak için aldıkları uluslararası kredilere tam Hazine garantisi sağlanıyor. Yetmiyor. Şirketler orman alanına da bu hastaneleri yapabiliyor. Yetmiyor. Devlet, hastanelerin yüzde 70 doluluk oranıyla çalışacağını yani “müşteriyi” garanti ediyor.
Bugün TBMM Genel Kurul gündemine gelen yasa değişikliği ile ihalelerde yargı tarafından verilecek iptal kararlarına uyulmayacağı ilan ediliyor.
Peki tüm bunlar niye yapılıyor? Çünkü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 yıllık hayali olduğu söyleniyor.
Türk Tabipleri Birliği şehir hastanesi ihalelerine davalar açıyor. Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent ve Elazığ ihaleleri için yürütmeyi durdurma kararı verildi. Buna rağmen 12 Eylül 2013 günü toplu imza töreni yapıldı, peşi sıra temel atma törenleri geldi. Başbakan davaları açan Türk Tabipleri Birliği’ne isim vermeden “bürokratik oligarşi”, kararı veren mahkemeler için de “kuvvetler ayrılığı ayağımıza dolanıyor” dedi.
Sadece şunu anımsatmak yeterli olacaktır: Kamu özel ortaklığı (PPP) yöntemini bulup geliştiren kişi Milton Friedman’dır. Kendisi yöntemin işleyişini, Şili’de Agusto Pinochet’e ekonomik danışmanlık yaptığı dönemde “laboratuar ortamında” test etmiştir.
Kamu özel ortaklığı kimin rüyası olursa olsun kamu için, sağlık hakkı için, sağlık hizmetine ulaşmak isteyenler ve bu hastanelerde çalışacaklar için kabustur. (ÖE/HK)