Türkiye'deki örnekleri itibariyle her ne kadar bundan epey uzak durumda olsalar da, Üniversiteler elbette ki akademik özgürlüğün ya da her türden düşünce özgürlüğünün merkezi olmak durumundadırlar.
Diğer yandan üniversiter eğitim, özellikle de iletişim eğitimi, iletişim "ötekileri" ve "kendi(leri)mizi" kurarak, kadın, erkek, siyah, beyaz, Türk, Kürt vb. olmayı öğrendiğimiz dolayısıyla "ortaklaşa yaşamak" üzerinden toplumsalı/siyasalı mümkün kılan biricik alan olduğu ölçüde, öncelikle etik sorumluluğun öğretilmesi ve öğrenilmesini gerektirir.
Ayrıca, her etik tercih, her zaman ve her yerde politik de bir tercihtir. Çünkü aldığımız her etik konum, bizi hayat karşısında her defasında kaçınılmaz olarak yeniden konumlar. Ancak bu öğretilmesi/öğrenilmesi gerekli etik/politik tercihlerin her zaman her yerde hemen bilinebilecek ve geçerli -kavramı taşıdığı bütün sorunlara rağmen kullanayım- "evrensel" temelleri olmayabilir.
Bu nedenle birey olarak ilk defa karşılaştığımız her tavır almayı gerektiren sorunun her zaman önceden bilinerek davranabilinecek evrensel referansları bulunmayabilir. Bu yüzden bizim tavır almak zorunda olduğumuz her sorunla, her defasında aslında yeniden (etik ve politik) bir sınavdan geçilir, bu sınavdan da hiç değilse dersler alınarak çıkılması gerekir.
Ancak kadınların etik ve politik nedenlerde pornoya itiraz da bulunmak için yeterince nedeni ve "evrensel" nitelikli de bir dayanakları vardır. Örneğin, "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi"; "Her iki cinsten birinin aşağılığı veya üstünlüğü fikrine veya kadın ile erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı ön yargıların, geleneksel ve diğer bütün uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlamak amacıyla kadın ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarını değiştirmek" ten söz eder.
Bu nedenle Üniversiter eğitimde, ne kadar teknik ve estetik ustalıkla yapılacak olursa olsun, herhangi bir etnik, dinsel, cinsel, kültürel gruba yönelik ayrımcı ve ırkçı mesajlar içeren bir filmin gerçekleştirilmemesi kadar porno film çekilmesini önleyecek bir yönlendirme/danışmanlık içinde olunması da ilgili dersleri verenlerin sorumluluk alanına girer.
Bu konuyu tartışmamıza vesile Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğrenci projesi olarak çekilen film ve sonrasında gelişen tartışmalar ve olaylar olduğuna göre hemen ekleyeyim, bu sorumluluğu kazanmak ve kazandırmak için İletişim fakültelerinde kimilerinin "medyaya düşman" ya da "haber yazmayı bilmeyen" gazeteciler yetiştirilmesinin müsebbibi saydıkları eleştirel kuramsal derslerde anlatılanlar bile tek başına yeterlidir. Kaldı ki, bir çok iletişim Fakültesinde artık "toplumsal cinsiyet/kadın ve medya" başlıklı dersler de verilmektedir.
Dolayısıyla bir öğrencinin Fakülte bitirme projesi olarak "porno" film çekmek talebiyle geldiği durumda, öğretim üyesinin sorumluluğu "porno"nun kadın bedeni üzerinde türlü anlatılarla ve edimlerle gündelik hayatta halihazırda işletilen ve şiddet içeren, kadının beden bütünlüğünü parçalayan "trafiği", dolayısıyla bir cinsiyetin diğerini üzerindeki tahakkümünü yeniden-üreten bir anlatı türü olduğu üzerine düşündürtmek olmalıdır.
Yani, kadın/erkek farketmeksizin -böyle diyorum çünkü belki de ilk defa kadın ve erkek öğretim üyelerinin konuya nasıl farklı yerlerden baktıklarını bu kadar net gördük- öğretim üyesinden beklenen bu dili yeniden üretmek yerine, onu yerinden edecek bir şey yapmaya özendirecek bir danışmanlık olmalıdır.
Örneğin yapılacak şeylerden birisi "porno üzerine belgesel/film çekmek" olabilir ki, bu porno film çekmekten farklıdır, "porno üzerine bir tez yazmak" ile kıyaslanarak savunulabilecek olan da budur. Yeri gelmişken sorunun Bilgi Üniversitesi'ne özgü bir sorun olmadığı, iletişim fakültelerindeki eğitimin yapılanma biçiminden kaynaklanan bir boyutunun bulunduğunun altı çizilmelidir.
Hadi çuvaldızı kendimize batıralım; sözgelimi iletişim fakültelerinde teorik ile uygulamalı derslerin planlanması ve yürütülmeleri ayrı ayrı ve neredeyse bir karşıtlık içinde gerçekleşmektedir; genellikle ne teorik dersleri veren hocalar uygulamaya "bulaşmayı" istemektedir, ne de uygulama derslerini verenler "artık" teoriden öğrenecek bir şeyleri olduğuna inanmaktadır.
Böylelikle bu iki grup ders çoğunlukla birbirlerinin bildikleriyle yaptıklarından ya habersiz ya da yadsıyan (çünkü akademi de herkes ayrı bir "kızılderili şefidir"!) öğretim elemanları tarafından verildiğinden aslında öğrenciler "ders geçebilmek için" daha sektöre çıkmadan, "olması gereken" ile "olan" arasında yapılması gereken tercihi ikinci lehine kullanmak durumunda kalmaktadır.
Başka ifadeyle, olması gerekenler "teorik" derslerde kalırken, uygulama derslerinde öğrenciler "olan"ı en kötüsünden yeniden-üreten ürünler ile karşımıza çıkabilmektedir. Öğrencilerin okul bittikten sonra -o da şanslıysalar!- iş bulabildikleri sektör de zaten bu tercihi henüz yapmamış olanları bir süre sonra "evcilleştirerek", istediği biçime sokmaktadır, biçimleyemediklerini ise dışarıya atmaktadır.
Dolayısıyla akademik özgürlüğü, porno film çekme özgürlüğü ile karıştıran öğrenci ile -işittiklerimiz doğru ise- ona gerekli uyarıyı yaptıktan sonra "ahlak bekçiliği" yapmamak adına bir "etik/politik" sorumluluk duymayarak bunun yapılmasına izin veren öğretim üyesinin durumları, ("özgürleştirimci" şekilde) "olması gerekenin" yapılabileceği belki de yegane yer olan üniversitelerin, nasıl "olanı" yeniden-üretmek anlamında yerinde saydıklarını göstermesi açısından üzücüdür.
Bunun birçok tabuyu yıkan bir üniversitede yaşanması ise insana ayrıca dokunmaktadır. Ancak doğrusu belki "porno" kadar "iç gıcıklayıcı" olmadıklarından medyanın kimsenin üzerinde durmadığı, ancak bir çok öğretim üyesi ile yöneticinin "ne var bunda diye geçiştirdiği" pek çok benzeri bu tür etik ihlal başka iletişim fakültelerinde de meydana gelmektedir.
Örnek isterseniz; iki yıl kadar önce bir başka iletişim fakültesinde, bu türden bir proje dersini üstlenen öğretim üyesi, aynı fakültedeki bir başka öğretim üyesine bir nedenle kızgın olan öğrencilerin, bu hocadan (odasına yılan koyalım, tuvaletlere telefon numarasını yazalım, yine olmazsa gidip dövelim şeklinde) intikam almak üzerine kurulu (özendirici) bir fantaziye dayalı filmlerine bırakın danışmanlı yapmayı, ödül de verebilmişlerdir.
Özetle nicedir yeni bir iletişim eğitimi pedagojisiyle yeniden-yapılanmaları gerekirken bu yapıl(a)mayan, bu arada da sayıları 56'ya ulaşmış olan iletişim fakültelerinde, bir yandan nitelikli öğretim elemanı bulma güçlüğü, diğer yandan kontenjanlarını doldurarak sektöre en fazla öğrenci sokmak rekabeti önemli nitelik kayıplarına yol açmıştır.
Dolayısıyla hazır "akademik özgürlük" böyle magazinleştirilmeye, marjinalleştirilmeye çok "elverişli" bir konu üzerinden tartışmaya açılmışken, hem buna izin vermemek, hem de bir yandan iletişim fakülteleri olarak bizim, diğer yandan da medyanın önünde, bir daha tekrarlanması halinde (ya da aslında tekrarlanmaması için) referans oluşturabilmek için alınması gereken etik ve politik tavırın dayanaklarını ortaya koymak gerekmektedir.
Öncelikle iletişim fakültelerinin ya da aslında genel olarak Türkiye'deki üniversite kurumlarının yöneticileri, öğretim üyeleri ve öğrencilerinin kendilerine yeniden bakmaları, kırık notlarla dolu geçmiş deneyimler üzerinden "akademik özgürlük" ile birbirini dışlamayacak, tam tersine ondan ayrılamayacak etik ve politik sorumluluğun ne olup olmadığı üzerine bir daha düşünmeleri gerekmektedir.
Çünkü aslında kürsüye çıkan birisini konuşturmayıp yumurtalara boğanların yaptıkları ile, okulları yeniden polislerle doldurarak, yumurta atan öğrenciler hakkında iki yıl hapis istemiyle ceza davası açılmasına yolaçan zihniyet aynı ağırlıkta olmasalar da farklılıklara tahammülsüzlüğü sergilemek anlamında örtüşmektedir.
Ya da tartıştığımız örnekte olduğu gibi, bir yanda pornoya özgürlüğü, akademik özgürlük ile aynı şey sayan öğrenci ve "ahlak bekçiliği" yapmamak adına onu yönlendirecek etik sorumluluğundan vazgeçen öğretim üyeleriyle, diğer yanda bu öğretim üyelerini akademik özgürlüklerini ve sorumlulukları nasıl yeniden tanımlanmaları gerektiği üzerine düşünmek zorunda bırakan bir uygulama yerine, üniversiteden atılmalarını tercih eden yönetimlerle, en yukarda da zaten sicili hiç bir zaman iyi olmamış ve olamayacak olan Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) Bilgi yönetimini bu kararı almaya zorlayarak "eğer atmazsanız, size kontenjan zor veririz" diyen tavırlarıyla akademik özgürlükler konusunda yol alınması mümkün değildir.
Bir de unutmayalım "herkese bir üniversite diploması" mantığıyla pıtrak gibi çoğalan devlet ve vakıf üniversitesi bolluğunda, özellikle de vakıf üniversiteleri, şimdiye kadar hafif bir nezle ile atlattıkları öğrenci sayılarındaki oynamaları, artık ağır bir gribe yakalanmayı göze alarak karşılamak durumuna doğru hızla ilerlemektedir.
Peki ama diyeceksiniz ya medyanın etik ve politik sorumluluğu? Burasını malumun beyanı olacağı için daha kısa geçeyim; sözcük her tekrarlandığında yüzlerine oturduğunu tahmin ettiğim hafif bir tebessüm eşliğinde "Porno özgürlüktür" diyenlerden tutunuz da, haber takibini "işte o yönetmen", "işte o kız(tıklayın)" ile yapan gazete web sayfalarına, Ahmet Şık'ın pek güzel özetlediği gibi hızlarını alamayıp Twitter'dan "ah ben de şimdi öğrenci olsaydım da böyle proje yapsaydım" benzeri hayıflanan medya erbabına baktığımızda, ne yazık ki çok aşina olduğumuz türden bir medya hali ile karşı karşıyayız.
O halde, medyasıyla, akademiyasıyla, bunları yönetip, denetleyenleriyle hiçbirimizin eli temiz değil, bu sınavı da geçemedik.
Özetle bütün bu bilgi karmaşası içerisinde işittiklerimizden hareketle söyleyebileceğim son şey, çok katmanlı bir sorunla karşı karşıya olduğumuz ve çoğu zaman olduğu gibi sapla samanı birbirine karıştırdığımız şeklinde.
Ben kişisel olarak konusu Kanuni Sultan Süleyman etrafında dönen bir dizi film için "ecdadımızı gençlere kötü tanıttığı" gerekçesiyle suç duyurusunda bulunan ve de yıllardır kendini yenilememekten sıkılmayan milliyetçi-muhafazakarlıktan ne kadar rahatsızsam (bakın daha ilk bölümünün ardından nasıl bu konuda Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi bir güzel anlaştılar), daha düne kadar YÖK emriyle resmi tarihi desteklemek üzere ısmarlama tezler yazdırıldığı, hala daha bunlar dışında yazılan tezlerin sahiplerinin ya marjinalleştirildiği, iş bulamadığı veya işinden olduğu bir ülkede, akademik özgürlüğün, "porno film çekme özgürlüğü" üzerinden tartışılmasında da bir demokratlık görmüyorum. Ya da zaten feminist bir perspektif taşımayan demokratlığın samimi ve sahici olabileceğine hiç ama hiç inanmıyorum.
Dedim ya, bu vesileyle iletişim fakülteleri olarak çuvaldızı kendimize batırdım. Umarım medyanın arasından da kendilerine iğne olsun batıran çıkar da bir daha böyle tartışmamız gereken durumlar karşılaştığımızda yararlanacağımız referanslarımız olur.
Çünkü bana öyle geliyor ki, yıllardır "Kürt meselesi", "Ermeni meselesi", "yoksulluk meselesi" gibi olabildiğince "sorumluluğu" üzerimizden atan tanımlamalar içine sığdırdığımız ya da "vicdani red meselesi" gibi hep marjinde tuttuğumuz politik sorunlar, karşılarında tek bir tanemizin bile artık "üç maymunu" oynamaya devam edemeyeceği kadar üzerimize üzerimize yağacaklar ve bizi her defasında "kendimizle" ve "öteki" ile yüzleştirecekler, uykularımızı kaçıracaklar, iyi de yapacaklar.
Ya da aslında zaten epeyce bir süredir böyle ama biz ağaçlardan ormanı göremiyoruz veya dürbünün tersiyle bakmaya devam ediyoruz. Mesela ne güzel değil mi, Amerikan Temsilciler Meclisi tatile girdi de "Sözde-Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı" yine geçemedi! Bir süre daha rahat uyuyabiliriz! (SA/EÖ)
(*) Prof. Dr. Sevda Alankuş, İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı ve İPS İletişim Vakfı Eğitim Danışmanı.