Rusya'nın Ukrayna'yı işgal edişinden itibaren Polonya'da uyanan geçmişin hayaletleri ülkeyi benzer bir müdahalenin tedirginliği içine sürüklüyor. Polonya'ya yönelik olarak günden güne artan Ukraynalılar'ın göçü bir yana, Avrupa Birliği'nin artık ne yapacağını bilemediği mültecileri üye ülkelere belirli yüzdelerle yerleştirme projesi burada dehşetle karşılandı. Ülkedeki etnik dağılımın kesinlikle çeşitlilik barındırmaması yabancılara yönelik reddin başlıca mazereti gibi görünüyor.
Oysa 55. Krakow Film Festivali fragmanında bile çok kültürlü ve çok dilli olmanın zenginliğini ortaya koyuyordu: Etkinliğe çeşitli ülkelerden katılan yapımların adları tanıtım filminde kendi alfabeleriyle arzıendam etti.
Zaten festival sebebiyle bir haftayı aşkın vakit geçirdiğim Krakow'da hakim olan duygu huzurdu, özellikle İstanbul gibi agresif bir kentle karşılaştırılınca… Krakowluların ve festival görevlilerinin gayet nazik, yardımsever ve uyumlu olmaları bana kısa bir süreliğine de olsa medeni bir Avrupa şehirde bulunmanın ayrıcalığını hatırlattı, fakat tren garının önündeki devasa alış veriş merkezinin kazulet hali beni dehşete düşürmedi değil!
Ülkenin köklü sinema geleneğinin göstergesi olarak belgesel, anime ve kısa film festivalinin ana mekanı 800'ü aşkın seyirci kapasitesiyle Kijów.Centrum adlı sinemaydı. Festivalin yöneticisi Krzysztof Gierat ve program sorumlusu Barbara Orlicz-Szczypula yoğunluğa rağmen güleryüzle oradan oraya koşturup durdular.
Polonya Film Enstitüsünün başkanı Agnieszka Odorowicz'in kapanış töreninde ifade ettiği gibi etkinliğe bu sene damgasını vuran, kadın yönetmenlerin belgeselleri oldu.
Kadın filmleri
60'lı yıllarda Polonya'nın Marilyn Monroe'su olarak anılan Elżbieta Czyżewska, ABD'nin erotik sembolünün Arthur Miller'la beraberliğini andıran izdivacını David Halberstam'la gerçekleştirmiş, eşinin sivri dili yüzünden ününün zirvesindeyken yaşamını ve kariyerini New York'ta sürdürmek zorunda kalmıştı.
Gayet başarılı bir aktris olmasına rağmen ABD'de umduğunu bulamamış, Polonya'da siyasi düzen değiştikten sonra ülkeye dönmesi geçmişteki başarısına yaklaşmasına bile imkan tanımamıştı. Hüsran içinde ABD'ye dönen Elżbieta'nın alkole bağımlılığı artmış fakat hayatının sonuna kadar oyunculukla ayakta durmak için direnmişti. Son yıllarında Sex and the City gibi dizilerde oynarken küçük veya büyük roller arasında ayırım yapmayan Elżbieta hakkındaki Aktorka (Aktris) adlı biyografik belgeselin yönetmenleri Kinga Dębska ile Maria Konwicka.
Sessizliğin Kraliçesi
Agnieszka Zwiefka'nın yönettiği Królowa Ciszy (The Queen of Silence, Sessizliğin Kraliçesi) adlı belgesel ise ilk olarak IDFA'da görücüye çıkmıştı.
Polonya'da Romanlar'ın yaşadığı zor şartlar gözler önüne serilirken yapımın kahramanı sağır Denisa, Bollywood filmlerinden esinlenerek yaptığı danslarıyla yaşama sıkıca sarılıyor, genç kız seyircileri enerjisiyle büyülüyor.
Belgesel ve ekibi Krakow'da hem uluslararası hem ulusal yarışmada ödüllendirildi.
Yeryüzündeki cennet
Krakow festivalinde dikkat çeken bir diğer yapım ekonomik durumlarıyla yaşam şartları hiç elverişli olmayan ve alkol bağımlılıklarından bir türlü kurtulamayan Artur ile Iwona'ya eğiliyor. Hayata bağlılıkları ve mizahlarından bir şey yitirmeyen çift için aşkları her şeyden önemli gibi görünüyor.
Yönetmen Cecylia Malik'in hassasiyetle yaklaştığı candan çift hakkındaki Raj na ziemi (Paradise on Earth, Yeryüzündeki Cennet) festivalde seyrettiğim en renkli, sıcak ve kendine has Polonya filmiydi.
Casa Blanca adlı belgesel Küba'da zor şartlarda yaşayan çok yaşlı Nelsa ve down sendromlu oğlu Vladimir'e odaklanıyor. Birbirlerine adeta kenetlenmiş durumdaki ikilinin ilişkisi insanı kâh hüzünlendirip, kâh güldürebiliyor.
Yönetmen Aleksandra Maciuszek kahramanlarının özel dünyasına girerken mahrem olanın sınırını zarafetle çiziyor ve bir anneyle oğlu arasındaki derin bağlar hakkında dokunaklı bir portre çiziyor.
Aleksandra'ya da hem ulusal hem de uluslararası yarışmada ödül kazandıran belgesel mütevazı tavrıyla seyircileri yaşlılık, hastalık, imkansızlık ve engelli olmak konusunda düşünmeye sevk ediyor.
Festivalin en çok ödül kazanan filmi de Polonyalı bir kadın sinemacıdan geldi. Yıllar boyunca bir erkek, bir koca ve bir baba olarak yaşayan birinin kadın olmasına giden zorlu yolda Marianna'nın mücadelesine tanık olduk.
Yönetmen Karolina Bielawska kahramanının dünyasına nüfuz etmemizi sağlayarak toplumun önyargılarını bir kez daha yüzümüze vuruyor. Muhafazakar bir toplumda farklı olmanın bedelini ödemeye hazır olanların uğradığı ayrımcılığı ve mahkum edildikleri yalnızlığı gözümüze sokuyor. Belgesel, festivalin seyircileri ve muhtelif jürileri tarafından çeşitli ödüllere layık görüldü.
Müzik belgeselleri
Kızıl Kmerler'in Kamboçya'daki icraatlarını teşhir eden ödüllü Eksik Resim'den sonra Pol Pot'u ilahlaştırmış olanları kızdıracak yeni bir yapım:
Don't Think I've Forgotten: Cambodia's Lost Rock and Roll (Unuttum Sanma: Kamboçya'nın Kaybolan Rakınrolu) adlı belgesel mümkün olduğunca objektif olmaya çalışsa da yönetmeninin ABD'li John Pirozzi olması bile bazılarına yeterli gelecektir.
Müzik ve dansın ülkeye hakim olduğu diktatörlük öncesi Fransa, Küba ve Güney Amerika tınıları ve ritimlerinin ateşi herkesi sarmıştı; ülkenin kralı Norodom Sihanouk klarinetin yanında saksafon, piyano ve akordiyon çaldığı gibi müzik dışında sanatın her türlüsünü destekleyen bir politika sürdürüyordu. ABD'nin Vietnam işgali sırasında bölgeye yayın yapan radyolar sayesinde Kamboçyalılar'ın müzik dağarcığı iyice genişlemişti, adeta bir “rakınrol” çılgınlığı yaşanıyordu.
Birbirinden eğlenceli arşiv görüntüleriyle bezenmiş 107 dakikalık belgesel bizi 1975 öncesine başarıyla taşıdığı gibi baskıcı rejimin kaybettirdiği sanatçıların acı kaderiyle de karşı karşıya bırakıyor. Tarafsız bir ülkeyi bombalayan ABD'nin, kralın ve muhtelif iktidar sahiplerinin gerçek yüzünü teşhir ederken geçmişle hesaplaşmanın gerekliliğini bir kez daha hatırlatıyor.
Fakat Krakow Film Festivalinde müzik içerikli belgeseller arasında benim favorim Portekiz yapımı Alentejo Alentejo idi. Usta yönetmen Sergio Tréfaut'nun ödüllü eseri, madenci ve çiftçilerin çalışırken söyledikleri geleneksel şarkılara odaklanıyor. Portekiz'in Güneyindeki kırsal Alentejo bölgesine has polifonik şarkılar a cappella söyleniyor ve nesilden nesile aktarılırken toprağın sesi oluyor.
Festivalde özel bir bölüm ayrılan Litvanya sineması, müziğin devrimci gücünü kanıtlayan bir diğer yapımla seyirciyi buluşturdu. Sovyetler Birliğinin son demlerinin yaşandığı Perestroyka döneminde doğan Punk-Cabaret grubu Antis'in ironik tavrı tam olarak yorumlanamadığından yasaklanmamıştı; ülkede bir furya gibi yayılan Rock Festivali ateşi, adı konulamayan bağımsızlık ülküsünün çevresinde halkı tek yumruk haline getirmişti.Kadın sinemacı Giedrė Žickytė'nin yönettiği Kaip mes žaidėme revoliuciją (How We played the Revolution, Devrimi Nasıl Çaldık) adlı belgeselin arşiv görüntüleri insanı 80'li yılların Litvanyası'na ışınladığı gibi isyanın ve değişimin heyecanını birebir hissettiriyor.
Diğer belgeseller
Festivalin açılışını yapan Dybuk. Rzecz o wędrówce dusz (The Dybbuk, A Tale of Wandering Souls) adlı belgesel Hasidizmin en önemli simalarından Breslovlu Rebbe Nachman'ın gömülü olduğu Ukrayna'nın Uman şehrine odaklanıyor. Her yıl Yahudi yılbaşısını kutlamak üzere onbinlerce hacının ziyaret ettiği küçük ve fakir yerleşim merkezinde Yahudi nüfusun artması bölgede yaşayan milliyetçilerin ve dincilerin rahatsız olmasına yol açıyor. Yönetmenliğini Krzysztof Kopczyński'nin yaptığı tedirgin edici ödüllü belgesel, fanatizmin tahammül sınırlarını nasıl zorladığını irdelerken çağımızda tanık olmaktan şaşıracağımız görüntülerle bizi karşı karşıya bırakıyor.
Kasvetli bir diğer yapım Romanya'da yaşanan bir aile dramı Toto si surorile lu (Toto ve Kızkardeşleri). 10 yaşındaki Totonel biri 14, diğeri 17 yaşındaki ablalarıyla Bükreş'in Roman gettosunda yaşamaya çalışmaktadır. Babalarından haber alınamadığı gibi anneleri uyuşturucu satıcılığından hapistedir; çocukların başlarının çaresine bakması şarttır fakat eve sık sık gelen bazı abiler yuvalarını bir uyuşturucu tekkesine çevirmişler, ablaların birini de batağa sürüklemişlerdir. Yönetmen Alexander Nanau'nun ustalıkla kotardığı belgeselde, Toto'nun bir sosyal merkezde aldığı hip hop dansı eğitiminin, onu hayata bağlayan yegane faaliyet haline geldiğini görüyoruz.
Tavsiye edeceğim bir diğer etkileyici belgesel de Litvanya'dan geliyor. Meistras ir Tatjana (Usta ile Tatyana) adlı eserin yönetmen hanesinde yine Giedrė Žickytė adını görüyoruz. Sovyet döneminde aşırı bulunan fotoğrafları yüzünden adeta lanetlenen Vitas Luckus sanatından ödün vermeyip yoluna aynen devam etmiştir. Tatyana Aldag ilham perisi olmuş, dillere destan aşkları yaratıcılığını adeta tetiklemiştir. Fakat Vitas'ın hassas doğası hayatın ağırlığını taşımaya yetmemiş ve kendini balkondan atmıştır.
İnce dengeler üzerine oturan belgeselde Tatyana'yı yıllar sonra, apar topar göç ettiği ABD'den Litvanya'ya dönerken izliyoruz. Vitas'ın eserlerini gün yüzüne çıkarmak ve sanatçının hak ettiği saygınlığı kazandırmak üzere açılan sergi sayesinde Tatyana, yıllar boyunca gözü gibi koruduğu fotoğraf arşivinin yeni nesiller tarafından değerlendirilmesini de sağlıyor.
Seneye tekrar Krakow'dan bildirmek dileğiyle... (MT/HK)